Sayfalar

15 Temmuz 2023 Cumartesi

 MUTLU İNSANLAR KENTİ KIRKLARELİ VE İĞNEADA LONGOZ ORMANLARINDA OLMAK...

Metropol yaşamından uzak, '' mutlu insanlar kenti '' sloganı ile özdeşleşen Kırklareli, Türkiye'nin en huzurlu ve güvenli kentleri arasında yer alıyor. Haritada, Trakya Bölgesinin en kuzey batısında yer alan Kırklareli yakın gibi görünse de bizim için uzaklarda olan bir kent gibiydi. İlkokul yıllarından, hepimizin aklında kalan haliyle Kırklareli; Karadenizi, Kuzey Ormanlarını, Istranca Dağlarını ya da Yıldız Dağlarını anımsatır. Bir gün oralarda olacağız derken onca yıl geçti ve nihayet 2023 yılı Temmuz ayında gözümüzün hep önündeki uzak kente gittik. Orada olmanın keyfi kadar oraya ulaştıran yol da bir o kadar keyifliydi. Kırklareli; tarihi, eşsiz lezzetleri, gülen yüzlü mutlu insanları, Trakya'nın saklı cenneti İğneada Longozu, masalsı dağları Istrancaları ile bağımlılık yapacak türden bir bölge...
İzmir'den başladığımız yolculuğumuz da; Aliağa, Dikili, Ayvalık, Edremit, Akçay, Altınoluk, Küçükkuyu, Assos ve Kazdağları geçişi ile birlikte, Ezine üzerinden Çanakkale'ye, feribotla Çanakkale boğazı geçişi, Gelibolu, Keşan, Uzunköprü, Havsa, Hasköy, İnece derken Kırklareli'ye ulaştık. Yolda verdiğimiz molalar ile birlikte 9 saat süren güzel bir yolculuk oldu.
Çanakkale'den Eceabat'a geçtikten sonra Gelibolu'ya kadar gittiğimiz yol, Çanakkale Boğazının harika görüntüleri ile devam etti. Gelibolu doğasıyla, çok kültürlü geçmişi ve vakur duruşuyla farklı bir ilçe. Gelibolu da bir tatlı huzur molası verdik... Gelibolu İç Limanının yakınına aracımızı park ettik. Köprüden, iç limanı ve kale burcu içindeki Piri Reis Müzesini ve Çanakkale Boğazını izledik.
Denizin kokusunu içimize çekmek için Sahil Yolu'na indik. Sahil Yolu'ndan Eski Mehmetçik Gazinosu önüne doğru yürüyüş yaptık.
 
Huzurun en tatlı bölümü için eski çarşıya doğru yürüdük. Gelibolu Peynir Helvasını, Gelibolu'da yıllardır en iyi yapan sembol adreslerden biri olan '' Tarihi Zafer Helvacısı '' na geldik. Peynir Helvasını Gelibolu'da 1950'dan beri orijinal tarifine göre üreten Zafer Pastanesinde, iki farklı çeşidini denedik. Önce, daha koyu bir kıvam tercih edenler için fırınlanmış peynir helvasını..
Ve, daha hafif bir tat tercih edenler için klasik peynir helvasını..
Kendi yaptıkları doğal dondurma ile bu enfes lezzetlerin tadı başka noktalara gitti... Peynir helvasını, inek sütünden elde edilen tuzsuz peynirden üretmeleri tam da bizim damak zevkimize göreydi. Pastanenin önündeki masada, çarşının sıcak ortamının ve bu eşsiz lezzetin tadını çıkardık.
Osmanlı Devleti Arşivlerinde bir çok kaynakta yaklaşık 60 çeşit helvadan bahsediliyor. '' Taze Peynir Helvası '' da bu çeşitlerden biri olarak kayıtlara geçmiş. Bunun dışında basılmış olan ilk Türk Yemek Kitabı olan 1800 lü yıllara ait '' Kitabü't Tabbahin '' de şeker ve bal ile yapılan peynir helvası tarifinin de mevcut olduğu görülür. Türk toplulukları, göçebe yaşam sürerken de ve yerleşik hayata geçtiklerinde de süt ve süt ürünleriyle uğraşmış, çeşitli saklama teknikleri geliştirmişler. Taze Peynir Helvası, hayvancılıkla uğraşan Türk Topluluklarının çoğunda yapılan bir tatlı. Sadece peynir, şeker ve un ile hazırlanan Gelibolu Peynir Helvası diğerlerinden büyük bir fark ile ayrılıyor.
Gelibolu'daki kısa süreli tatlı huzur anlarından sonra tekrar yola devam etme zamanı geldi. Kuzeye doğru; Kırklareli'ye ve Yıldız dağları ile Karadeniz'in hırçın dalgaları arasındaki; uçsuz bucaksız ormanlara, göllere, bataklıklara, ıssız kumullar ve kumsallara ulaşmak için de sabırsızlanıyoruz... 
Kendine özgü kültürü, doğası ve tarihiyle farklılık yaratan, geçmişte bir çok antik yerleşme merkezi olmuş ve sınır geçiş bölgesi  olması dolayısıyla stratejik önem taşımış, Anadolu ve Balkanlar arasında binlerce yıldır bir köprü görevi görmüş olan Trakya tarih içinde çok geçişe ve istilaya uğradığı için bir çok zenginliği ve güzelliği topraklarında saklayan köprü kent Kırklareli'ne ulaştık. Yayla Mahallesi'nde bulunan otelimiz '' Thrace Konak Otel&Spa '' ya geldik. Tesis 200 yıllık tarihi bir Rum okulu olan taş konak ve aynı bahçede bulunan tarihi bir ahşap konaktan oluşuyor. Restore edilmiş her iki bina da yüksek tavanlara sahip.
Tarihi doku olduğu gibi korunarak hizmete açılmış.

Giriş işlemlerinden sonra valizlerimizi hemen odaya bıraktık. Öğlenden sonra İğneada Longoz Ormanlarına gideceğimiz için otelden çıktık.

Artık, Kırklareli lezzetleri ile tanışma zamanı da geldi. Şehir merkezinde '' Köfteci İsmail Usta '' ya da bilinen adıyla '' Hacı Orhanoğlu İsmail Köftecisi '' ne gittik.
 Bu çok tavsiye edilen köfteci, 1960 yılından bu yana Kırklareliler tarafından sevilerek ve tercih edilerek günümüze gelmiş. Çok beğenilen mercimek çorbası ile iyi bir başlangıç yaptık.
Kırklareli'nin o dillere destan köftesi önümüze geldi. Trakya'nın doğal sürü hayvanlarından elde edilen lezzetli etlerinden hazırlanıyor.
Kırklareli de köfte kültürü çok eskilere dayanıyor. Köfte, dana ve kuzu eti karıştırılarak ve bir gün dinlendirilerek ızgaraya alınıyor. Yüksek gramajla, az pişirilerek, yumuşak ve sulu bırakılarak çok lezzetli bir kıvama getiriliyor. Kasap köftesi şeklinde olan köftede; baharat, soğan kullanılmıyor. Sadece ekmek, tuz ve et var. Izgara da pişirme şekli de önemli. Lezzetli, sulu, etin tadını aldığımız muhteşem bir köfte yedik. Köftenin yanında gelen olmazsa olmazlar ise köfte ziyafeti tamamlandı.
Kaymaklı koyun yoğurdu muhteşem. Kokusuz ve kıvamı ile alışkanlık yapacak türden... Kırklareli'ne ait biberlerden yapılmış pişmiş, acı köfte sosu ise bugüne kadar yediklerimizin en iyilerinden... Burada köfte, tatlı ile tamamlanıyor. Tatlıların yapımı İsmail Usta'nın eşi Canan Hanım'a emanet. Canan Hanım, Arnavut kökenli. Bu özelliği ile tatlılardaki dokunuşu belli oluyor. Bademli Keşkül'ün tarifi kendilerine ait. Sütü köyden geliyor, bademi kendileri öğütüyorlar. Şekerpare ise Arnavutluk yorumuyla yapılmış. İyi ki, Hacı Orhanoğlu İsmail Usta Köftecisi'ne gelmişiz yorumu ve yüksek memnuniyeti ile masadan kalktık. 
 

Tarih İÖ 401. Doğudan dönen yenik Yunan askerlerinin komutanlarından Seudhes, tek bir ev bile ayırt etmeksizin baştan başa ateşe verdikleri köyün yanışını seyrediyor. Bunun, köylerini boşaltıp, dağlara sığınmış Thynler (Tnioiler) için iyi bir ders olacağını düşünüyor. Öylesine bir soğuk var ki, şaraplar testilerde donmuş. Durduğu küçük tepenin üzerinde, alevler umutsuz gözlerinde yansıyor. Ama o, dağlara kaçanlar gibi başı ve kulakları tilki postuyla, baldırları da uzun tuniklerle örtülü olmadığı için yine de üşüyor. Ksenofon'a göre (Anabasis adlı yapıtı), o tarihlerde, Karadeniz Trakyası'nda karşılaştığı Thynler'in başlıca yerleşim merkezi, şu anda gitmekte olduğumuz Thynia ya da  Thinias yani İğneada...
Ayçiçekleri güneşi izliyorlar. Yol manzaraları çok güzel.
Pınarhisarı geçtikten sonra kuzeye yöneliyoruz. Istranca (Yıldız) Dağlarına çıkışlar başlıyor. Kırklareli sınırları içinde kalan ve Yıldız Dağları olarak da bilinen Istranca Dağları, Kuzey Trakya'da denize paralel uzanan 300 kilometrelik dağ sıraları. Bu zincirin en yüksek noktası, Kırklareli ilinde bulunan yaklaşık 1031 metrelik Mahya Dağı zirvesi. Kuzey yarısında Karadeniz iklimi özellikleri hakim ve bu nedenle dağın bu yüzü yaprak döken ormanlarla kaplı. Alanın kuzey kesimi insan yerleşimlerinden nispeten uzak ve bu bölge Bulgaristan sınırına komşu. Nispeten daha kurak olan güneydeki orman dokusu dağın Karadeniz'e bakan yamaçlarına göre daha seyrek.
İklimsel açıdan farklar gösteren dağın kuzey ve güney yamaçları orman dokusu açısından da farklı. Dağın güney yamaçları büyük çoğunlukla kuru orman bitki örtüsüyle kaplı ve bu ormanlar saçlı meşe ve ıstranca meşesi gibi pek çok meşe türüne ev sahipliği yapmaya devam ediyor.
Kuzeydeki ormanlar ise daha nemli bir yapıya sahip ve kıyı şeridindeki tepelik alanlarda kopuk karaçam toplulukları bulunuyor. Kırklareli'nin kuzeybatı-güneydoğu yönündeki Yıldız Dağları'nın asıl ana noktalarını jeolojik yönden granit ve gnayslar oluşturuyor. Bunun üzerinde de kristalen yüzeyler yer alıyor. Orta yükseklikte bir dağ sırası olan Yıldız Dağları'nın en yüksek bölümü Kırklareli ile Demirköy arasında.
Türkiye'nin ve Avrupa'nın kayın ve meşe ağırlıklı ağaçlardan oluşan en büyük longozu olan İğneada Longoz Ormanları Milli Park girişine geldik. Milli Park Alanı, 2007 yılında ülkemizin 39. Milli Parkı olarak ilan edilmiş. 3155 hektarlık Milli park alanı, Demirköy'e 25 km uzaklıkta ve İğneada beldesi sınırları içerisinde yer alıyor.
Yıldız (Istranca) Dağlarından Karadeniz sahillerine doğru akan derelerin taşıdığı alüvyonların birikmesi ve mevsimsel olarak sular altında kalması sonucunda milli parktaki longoz ormanları oluşmuş. '' Longoz '' tipi ormanlığın dünyadaki 3 örneğinden biri İğneada ve Kıyıköy sahil şeridi ormanlıkları arasında. Longoz (Su basar) tipi ormanlık alanı; kışları sularla kaplanan ormanlık alanlar. Dünya da Amazon, Afrika Kongo Havzası ve Türkiyemiz de de İğneada da bulunuyor.
Ulusal ve Avrupa ölçeğinde korunabilmiş en önemli subasar ormanının yer aldığı İğneada bölgesi içerdiği farklı ekosistemleriyle yöredeki bir çok hayvan türü için kaliteli ve farklı yaşam alanları oluşturuyor.
Zengin biyolojik çeşitliliği, birbiriyle doğrudan ilişkili ve farklı yaşam alanları ile İğneada Longozları, ülkemizin de içinde bulunduğu ılıman kuşakta eşsiz bir konuma sahip. Bölge, tatlı ve tuzlu su gölleri, kıyı kumulları, tatlı ve hafif tuzlu bataklıkları, subasar ormanları, yaprak döken meşe, kayın, gürgen, dişbudak, kızılağaç gibi karışık ağaç türlerinden oluşan orman tiplerinin hepsini barındırıyor.
Çok nemli orman topluluğu olan longoz ormanı, çok nemli, yer yer balçıklı topraklar üzerinde gelişmiş. Ormanaltı öylesine yoğun ve zengin ki, orman içi yoldan çıkıp içerilerde yürümekte çok zorlandık...
Longoz ormanı içerisindeki gezimiz sırasında irili ufaklı göl ve daha da çok bataklıkla karşılaştık. Bazılarını sazlıklar öylesine çevirmiş ki, yanlarına sokulmak bile mümkün olmuyor. Bataklıklar, doğanın kendini insanlara karşı koruduğu mayın tarlalarına benziyor. Ona engel olmak için bütün silahlarını kullanıyor: Su, çamur, bataklık bitkileri, sazlık, sivrisinek... Bataklıklar, ne dağa, ne çöle, ne kara, ne de buzula benziyor. Onlar gerçek bir engel; yürünmez, yüzülmez, tırmanılmaz... Sonuç olarak: Doğa, bir tek orada -bataklıkta- ne ise öylece kalıyor. Yapma tek bir ögeyle bağdaşmıyor. Bataklıklarda usta doğa, araç-gereç-malzeme doğa, eser doğa, eserinden ilham alıp, yenilerine hazırlanan yine doğa...
Bataklıkların henüz bugün farkına varamadığımız pek çok yararı olduğu kesin. Bunların ortadan kalkmasının ne tür sonuçlara yol açacağı ve bu sonuçların doğal yaşam ve insanlar üzerinde kendilerini nasıl hissettireceklerini tahmin etmek çok güç. Bataklıkların kurutulması, yok edilmesi en azından yöreye özgü doğal bitki ve hayvan topluluklarının varlıklarını tehlikeye sokacak, doğal yaşamı kökten değiştirecek...
Orman yolunda bazen de ormanın içerilerinde yaptığımız yürüyüşlerimizde, yaşamım boyunca ilk kez böyle bir dünya ile karşılaşmamın getirdiği heyecanı ve bu heyecanın getirdiği farklı duyguları yaşıyorum...
Alanda zengin sucul bitki örtüsüne sahip beş göl bulunuyor. Erikli Gölü (43 ha), Mert Gölü (266 ha), Saka Gölü (5 ha), Hamam Gölü (19 ha) büyüklüğünde. Erikli, Mert ve Saka göllerinin önlerindeki kumul engeli nedeniyle denizle bağlantıları kesiliyor. İlkbaharda fazla gelen sular geriye doğru taşarak düz araziyi kaplıyor. Bu taşkın alanlar, subasar alanlarını ve birbirinden farklı deniz, göl ve orman ekosistemlerini oluşturuyor. Lagün göllerinin yağışlı dönemlerde tuz oranları değişmekle birlikte suları acı tuzlu. Lagün alanlarının etrafını sazlık ve bataklık bir kuşak çevreliyor.
Longoz Alanları Milli Parkı alanı çok büyük. Biz gezimiz sırasında sadece Mert Gölü'nü görebiliyoruz. Mert Gölü'nü ve Karadeniz'i seyretmek için yüksek kuş gözlem kulesine çıktık.
Kuş gözlem kulesinin en üstünden, Çavuşdere'nin denize döküldüğü yerde oluşan Mert Gölü'nün harika manzaralarına tanık oluyoruz...

Bir çok canlı türüne sahip bir lagün olan Mert Gölü kano yapılması ile de ünlü bir göl. Mert Gölü, yürüyüşe ve kamp yapmaya da uygun bir alan. Kano yaparken harika manzaralara tanık olunduğunu, kürek çekerken göle yansıyan ağaçların ve muhteşem bitkilerin güzelliğini duyduğum Mert Gölü'nde bu defa kano aktivitesi yapamadık. Yaz ortasında olduğumuzdan hava çok sıcaktı. Ayrıca, hava şartlarının  uygun olacağı ve suların daha yüksek olduğu Mart-Nisan-Mayıs ya da Eylül-Ekim-Kasım aylarında burada olmak için birbirimize söz veriyoruz...



Dünyada eşi benzerine çok az rastlanan, el bile sürülmemesi gereken muhteşem Longoz ormanlarından çıktık. Yarım saat süren bir yoldan sonra İğneada'ya geldik. İğneada, Kırklareli'nin Demirköy ilçesine bağlı, Trakya'nın Karadeniz sahilinde bir belde. 22 km uzunluğunda bir sahile sahip. Kırklareli il merkezine 100 km uzaklıkta. Belde de Karadeniz'in en batısında yer alan Limanköy Feneri de bulunuyor. Yerleşimin adı, burayı Osmanlı topraklarına katan '' İne Bey '' den geliyor. Daha sonra '' İneada '' adıyla bilinen yerleşimin ismi zamanla '' İğneada '' olmuş. Bölge İÖ 205 yıllarında Bitinyalıların, İÖ 74 yıllarında da Romalıların egemenliğine girmiş. 10. yüzyılda iki kez Bulgar istilasına uğramış. Haçlı seferleri sırasında da Latinlerin eline geçmiş. Bölge 1361'de Osmanlıların eline geçtiğinde, İğneada yöresi av alanı alanı olarak değerlendirildiğinden , konaklama merkezi olarak gelişmiş.
İğneada sahilleri, güzellik ve İstanbul'a yakınlık bakımından Akdeniz sahillerine alternatif. Ama pek az kişi biliyor. Aslında pek az kişinin bilmesi, buraları daha güzel kılıyor. Özellikle Beğendik Köyü'nün bakir sahilleri belki de Türkiye'deki en ıssız kıyılardan biri. Denize girme hevesimizi de bir başka zamana saklayıp İğneada ve sahilinde gezdik...

Turizm yazılarında ve sosyal medyada son zamanlarda '' Longosphere Glamping '' adını çok duyuyorum. İğneada da bulunan tesisi hazır gelmişken tanımak istiyoruz. İleride tekrar geldiğimizde konaklama için alternatif olabilir mi ? diye bir keşif olacak aynı zamanda...
Longosphere, Longozun zengin florasına tanıklık etmek ve Trakya'nın uçsuz bucaksız doğasında macera ve huzuru aynı zamanda yaşamak için alternatif bir yer.
Günlük ziyaretçiler için girişte ücret alınıyor (kişi başı : 50 TL, Temmuz 2023). İçeride yapılan  harcamalarınızdan bu tutar düşülüyor.

Longosphere, İğneada'nın eşsiz doğasını deneyimlemek isteyen turistlerin ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlarken aynı zamanda da yeni bir konaklama türü sunuyor.
Lüks kamp (glamorous camping : glamping) dünyada gün geçtikçe yaygınlaşan, ziyaretçilerin modern hayatın konforundan vazgeçmeden doğa ile doğrudan temasa geçebileceği bir turizm çeşidi. Longosphere, çok geniş bir alan üzerine kurulmuş. Orman içindeki güzel yollarında bisikletle turladık ve tesisi daha iyi tanımaya çalıştık.

Günlük ziyaretçilere ayrılmış alanda yemek pişirmenin, kontrollü ve orman dostu bir şekilde gerçekleştirildiği, küçük dükkanların çevrelediği bir yol yardımıyla ulaşılan piknik alanları bulunuyor.

Genel tasarım yaklaşımı olarak, her bir birimin yapımında minimum ekolojik ize sahip, doğal, sürdürülebilir ve geri dönüştürülebilir malzemeler kullanılmış.
Gastro Tur, Orman Trekking Turları, UTV Safari, Bisiklet Orman Turları, Mantar Toplama Turları, Unimog araçla safari gibi aktivitelerle doğaya dokunmak mümkün...

'' Happy Sapiens Macera Parkı '' nda sınırları zorlama, Longoz Ormanlarının kalbinde yer alan Longosphere Glamping'te  yeşili, oksijeni hissetmek ve Saka, Ağaçkakan ve Kartal parkurları içindeki 35 farklı oyundan oluşan parkta dağcılık uzmanı eğitmenler eşliğinde aksiyon tutkusunu yaşamak mümkün.
Doğada kamp yapmanın en konforlu hali olan Sincap, Kaplumbağa ve Kaplumbağa Plus çadırlarda konaklarken Longoz ağaçlarının arasında yıldızları seyretme deneyimi de ziyaretçilere unutulmaz anlar yaşatıyor.

İzin isteyerek uzaktan buraları görüntülemeye çalıştım.

Longoz ormanlarının dokusuna uygun olarak, ağaç kesmeden yerleştirilen çadırlarda ve ahşap evlerde tabiatın tüm renklerini keşfetmek güzel olacaktır...
Longosphere, açık yüzme havuzu ve daha fazlası ile doğayla iç içe ayrıcalıklı bir tatil sunuyor.

Restoranları da tamamen doğaya uyumlu, ormanın içinde saklanmış ve kaybolmuş gibi görünüyor.


Kasaba sokağı içinde dolaştık.

Longoz ormanlarının muhteşem doğası içinde bulunan Longosphere de bu aktif gezi deneyimimiz bize çok iyi geldi. Günün son kahvesini burada içtik.

Neredeyse güneş batarken İğneada dan ayrıldık. Uzun yollardan geçerek ve Yıldız Dağlarını aşarak Kırklareli'ne döndük. İstasyon Caddesi'nde yürüyüş yaptık. Araç trafiğine kapalı olan ve caddenin girişinde, bir kadın ve çocuk heykeli ile asma bağı figürleri karşılıyor. İstasyon Caddesi'nin sonundaki tarihi gar binası ve çevresindeki diğer eski binalar görülmeye değer. Tarihi gar binası çok kaliteli bir kafeye dönüştürülmüş. Bir süre burada oturduk, bir şeyler içtik. Ama bu şirin ve hoşgörülü şehrimize artık tren seferleri yapılmamakta olduğunu öğreniyoruz. Ot bürümüş sembolik rayların üzerinde kısa bir gezinti bize hüzün veriyor... Daha sonra, istasyon binasının yakınında bulunan Sabahattin Ali'nin parkını ve büstünü görüyoruz. 12 Ocak 1949 tarihinde Kırklareli'ne bağlı Dereköy'de orman içinde öldürülen ünlü yazarımız Sabahattin Ali anısına park yapılması hem buruk bir acı, hem de bu tip olayların unutulmaması açısından anlamlı bir jest olmuş.
Akşam yemeği için önerilen bir diğer lezzet durağına gittik. 1974 yılında Kırklareli merkezde açılan Birtat Köftecisi onca yıllık deneyimiyle iyi mekanlardan.

Nefis köftenin yanında acı sos ve Manda yoğurdunu da istemeyi unutmadık.
Kadayıflı muhallebisini denemenizi de öneririm.

Otelimizde serin bir gece ve iyi bir uykudan sonra sabah pencereyi açtığımda yan binanın bahçesinde gördüğüm manzarayı hiç unutmayacağım...
Atatürk evinin bahçesinde yeşilliklerle oluşturulmuş Atatürk imzası...
Eski bir Rum mektebi olan otelin giriş katındaki yemekhanesi, restoran olarak düzenlenmiş. 1900'lerin başında inşa edilen binanın okul olarak kullanılan yıllarında; buradaki yemekleri, öğrencileri, öğretmenleri ve onların hikayelerini düşünerek ve hayaller kurarak kahvaltı yapmak doğrusu çok farklı duygulara sürükledi bizleri...
Geldiğimiz günün akşamı İğneada dönüşü otelin gece hallerini görmüştük. Güzel bir kahvaltıdan sonra oteli tanımak için geziye başladık.

Mevcut kaynaklarda Kırklareli (Kırkkilise) Rum Mektebi'nin tam olarak kaç yılında kurulduğu bilinmiyor. 1833 yılında kurulduğu ifade edilse de bunu doğrulayan kayıt ve belge bulunamamış. 1879 yılından 1903 yılına kadar olan kayıtlardan okulun Rum Erkek öğrencilerine hizmet verdiği tespit edilmiş. 13 Şubat 1896 tarihine kadar ruhsatsız olarak eğitim veren kurum bu tarihte resmi ruhsatnamesini almış. Yapı, Osmanlı'nın 19. yy'daki, azınlıklar açısından göreceli özgürlük ortamında, başkent İstanbul'a oldukça yakın bir eyalet olan o günkü adıyla '' Kırkkilise '', bugün bilinen adıyla Kırklareli'nde bulunuyor. 1905 tarihli Rum Mektebi'nin açılış törenine ait olan fotoğrafta, yapının giriş revakı, bahçe ön duvarı ve ana merdivenin parapetlerinin henüz yapılmamış olduğu görülüyor.

Günümüzde yapısal özelliklerini özellikle anıtsal giriş cephesinde büyük oranda korumuş.
Kentin o dönemde de bugünkü gibi en önemli toplanma alanlarından biri olan Yayla Meydanı'nda inşa edilmiş. 


Bugünde Yayla Meydanı'nın ve çevresinin siluetindeki en belirgin mimari unsur durumunda.
İnşa edildiği dönemdeki diğer Rum okullarıyla benzer bir tasarım anlayışıyla inşa edilmiş yapı, anıtsal giriş cephesindeki antik ögeleriyle, Neo-Klasik üslubun izlerini taşıyor.
1923 tarihli nüfus mübadelesi sonrası, Rumların bölgeyi terk etmelerinin ardından 1933 yılına dek Ziya Gökalp İlkokulu adıyla hizmet vermiş olan yapı, sonraki tarihlerde farklı adlarla anılsa da hep eğitim yapısı olarak değerlendirilmiş. Üçüncü katın anıtsal balkonuna giden uzun koridorda yürümek ve Yayla Mahallesi'nin verdiği huzuru ve Kırklareli'ni izlemek şahaneydi. 



Kırklareli'nde tarihi ve kültürel yapıların çoğunlukta olduğu Yayla Mahallesi'nde, 2005 yılında çıkan talihsiz bir yangın sonucu harabe haline gelen yapı, Valilik tarafından hazırlanan proje ile Butik Otel olarak hizmet vermeye başlamış.


Bina yığma tuğla ve ahşap olarak 3 katlı olarak inşa edilmiş. Ön yüzü Yayla Parkı ve Meydanına, arka tarafı (doğusu) Durmuş Bey sokağına bakıyor. Kuzey ve güney yönleri komşu evlerle çevrili.



Kaldığımız oda unutulmazdı. Zamanda yolculuğa çıkaran ortamıyla, geçirdiğimiz saatlerden sonra odadan ayrılmak zor oldu... Yüksek tavanlar, dönemine uygun özel yapım yatak başlıkları, el yapımı klasik mobilyaları, özenle seçilmiş sanat eserleri,  eskitilmiş ahşap zeminleri ile oda ve otel hep hatıralarımızda olacak.
Binanın zemin katının duvarları moloz örme taş tekniği ile yapılmış ve üzerleri kesme taş ile kaplanmış. Özellikle bina köşelerinde farklı boyutlardaki taş örgüsü farklılık yaratıyor. Katlar arasındaki silmeler ve mekanların dıştan vurgulanmasını sağlayan sütunlar yapının karakteristik özelliklerinden.
Otelden ayrılış zamanına yaklaşıyoruz.



Ana giriş kapısından arkamıza tekrar tekrar dönüp bakarak Thrace Konak Oteli ardımızda bıraktık. Kırklareli'ne tekrar geldiğimizde alternatif aramadan ilk tercihimiz olacağı kesin...


Otelin hemen önündeki Yayla Meydanı'ndayız şimdi. Bizi burada da sürprizler bekliyor.
Yayla Mahallesi, Kırklareli kent belleğine dair mimari, kültürel ve sosyal dokunun izlerinin en iyi takip edileceği yerlerden. Mahallenin '' Kentsel sit alanı '' ilan edilmesi sonrasında çehresi değişmiş, tarihi yapılar bir bir restore edilerek işlevsel mekanlar haline getirilmiş.
Otelin hemen yanında Kırklareli Belediyesi öncülüğünde, gönüllü bağışçıların da katkılarıyla inşa edilen Atatürk Evi bulunuyor. Ulu önder Atatürk'ümüzün Selanik'te doğduğu ev, birebir modellenmiş ve modern müzecilik anlayışı ile 17 Ocak 2018 tarihinde ziyarete açılmış.


Kırklareliler'in Atatürk'e olan sevgi, saygı ve minnetinin bir göstergesi olarak hizmete açılan ve Trakya'daki ilk örnek olan Kırklareli Atatürk Evi, açılışının üzerinden geçen beş yılın sonunda rekor ziyaretçi sayısına ulaşmış.

Bahçesinde çiçeklerden oluşturulan Atatürk'ün imzasının bulunduğu evde, Atatürk'ün kullandığı demir tekerlekli traktörün bir benzeri de sergileniyor.

Kentin ilk yerleşim yeri olan Yayla Mahallesi'nde 960 metrekare alan üzerine 317 metrekaresi kapalı alan olmak üzere üç katlı inşa edilen evde Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Zübeyde Hanım ve Ali Rıza Efendi'nin balmumu heykelleri de bulunuyor.


Evin içerisinde bulunan eşya ve objeler, Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşadığı döneme ait eşya ve objeler olma özelliğine sahip.


Üç katlı bir yapı olan Kırklareli Atatürk Evi'nin zemin katında Atatürk ve Çocuk Bölümü, Satış Bölümü, Sofa; orta katta Askeri Çalışma Odası, Modern Çalışma Odası, Mutfak, Sofa; en üst katta ise Yatak Odası, Oturma Odası, Banyo ve Sofa bölümleri yer alıyor.


Atatürk'ün Afyon Kocatepe'de kullanmış olduğu savaş haritası, Bulgaristan Sofya'da Askeri Ateşe olarak görev yaptığı sırada kullanmış olduğu sandalyenin de bulunduğu odadayız..

Mustafa Kemal Atatürk'ün 20 Aralık 1930 yılında Kırklareli ziyaretinde kullanmış olduğu çatal-bıçak takımı, sürahi, yağdanlıklar gözümüzün önünde..



Odaların düzenlenmesinde en ince detaya kadar özen gösterilmiş.


Yunanistan Selanik de bulunan Atatürk Evi'ne hala gitme imkanımız olmadı ancak Kırklareli'nde birebir aynısını görmek bizi çok mutlu ediyor.

Günümüzde Selanik'te Başkonsolosluk alanı içinde bulunan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin toprağı sayılan '' Atatürk Evi '', bugün sınırlarımız dahilinde bulunmasa da, her Türk'ün kalbinde özel bir yere sahip...

Rehber eşliğinde ve detaylı anlatımları ile çok güzel bir gezi oldu.

Bir gün Kırklareli'ne gelirseniz Atatürk Evi ziyaretini gezi planınız içine alın derim.
Kırklareli ili, Merkez İlçe sınırları içerisinde olan Yayla Mahallesi, Kırklareli'nin eski kent merkezi olarak bulunuyor. Son derece tarihi ve özgün bir mimariye sahip olan mahalle uzun yıllar boyunca Türklerin, Ermenilerin, Musevilerin, Bulgarların ve Rumların bir arada yaşadığı çok kültürlü bir yerleşim alanı olarak tarihi kayıtlarda yer alıyor.


Atatürk Evi önündeki 39 metre yüksekliğindeki bayrak direğinde asılı Türk Bayrağı Yayla Mahallesi ve Kırklareli'nin bir çok yerinden görülüyor.


Yayla Mahallesi sınırları içerisinde, 18 adet tescilli kültür varlığı bulunuyor.
Yayla Meydanı'nda bulunan evler rengarenk çiçekler ile kaplanmasının yanı sıra, çeşitli renklerde evlerin duvarlarını süslüyor.


Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi Müze Evi de Yayla Mahallesi'nde. Edirne üzerinden İzmir'e dönüş yoluna başlayacağımız için burayı gezemedik.


Restore edilen eski tarihi evleriyle Yayla Mahallesi, Avrupa kentlerini aratmayan bir havada..
Bir gün önce İğneada dönüşü, gece otele giriş yaparken meydanda yapılan Trakya düğününe şahit olduk. Bir süre izledik, Trakya müzikleri ile yapılan düğün gece yarısına kadar sürdü. Trakya havaları bizi rahatsız etmediği gibi aksine iyi geldi. Yayla Meydanı'ndaki bu parkı merak ediyoruz. Kırklareli'nden ayrılmadan önce son kahvemizi burada içerek yola çıkmayı düşündük.
Yayla Parkı yeniden düzenlenip yepyeni bir yüzle hizmete açılmış. Yayla Parkı, hem mahalleli hem de dışarıdan gezmeye gelen turistler için kusursuz bir dinlenme yeri olmuş. Parkın girişinde '' Muhacir Anıtı '' bizi karşılıyor.
Anıtın hemen yanında Atatürk'ün sözleri... '' Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır. ''
Yokuşlarıyla ünlü mahalle aralarında dolaşanların meydana vardığında karşılaştığı Yayla Parkı, yürürken soluğu kesilenler için adeta nefes alabilecekleri bir vaha durumunda. Yemyeşil ağaçlar içinde, ortasındaki mini havuzu ile Yayla Parkı'nda geçirdiğimiz kısacık anlardan sonra Kırklareli'ne veda ederek Edirne'ye doğru yola koyulduk.

Kırklareli-Edirne arası yol yaklaşık bir saat sürdü. Türkiye'nin Avrupa'ya açılan kapısı Edirne'deyiz. Sultanlar şehri ya da şehirlerin sultanı Edirne'ye Roma imparatoru Hadrianus yaklaşık 2000 yıl önce adını vermiş. '' Hadrianus '' adı geçen yıllarla Edirne'ye dönüşür. Sıcak bir yaz günü ulaştığımız Edirne gezisine başlamak için sabırsızlanıyoruz. Arasta Çarşısı'na geldik. Yol planımızda Edirne için ayırdığımız süre sadece 2 saat...
Edirne Sarayiçi Er Meydanı'nda 7-9 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek 662'nci Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nde görev yapacak davul zurna ekibi, geleneksel kıyafetleriyle kentin cadde ve sokaklarında geziyorlardı. Onları görmemek imkansız ve duymamak ise mümkün değil. Bu kadar davul ve zurnanın ahenkli ve yeri göğü inleten güreş havalarının sesini, Edirne'den öte yakın illerde duyuyorlardır herhalde...
Biz de tam 7 Temmuz 2023 günü Edirne'ye geldik. Her yıl olduğu gibi bu yılda Kırkpınar'ın olmazsa olmazı davul-zurna ekibi, geleneksel kıyafetlerini giyerek vatandaşları ve esnafı güreşe davet ediyor. Davul zurnalı davet yabancı turistler tarafından da ilgiyle takip ediliyor, ekibin her adımında kalabalık daha çok artıyordu.
Davul zurnalı daveti ilgiyle takip eden ve cep telefonlarıyla kaydeden esnaf ve vatandaşlar da beğenilerini verdikleri bahşişlerle gösteriyorlar. 

Bizim için Edirne'de bu karşılaşma hoş bir tesadüf oldu. 20 davul, 20 zurna ve 1 şeften oluşan 41 kişilik geleneksel davul-zurna ekibi Edirne'yi inleterek yollarına devam ettiler.
Edirne'de Türkiye'nin hiçbir noktasında yer almayan lezzetleri keşfedebilirsiniz. Bunlardan biri de tava ciğer. Bizde çok tavsiye edilen bir lezzet durağına doğru yürüdük. Çok geçmeden '' Çiçek Tava Ciğer Salonu-Nusret Usta '' ya geldik. Trakya danalarının taze ciğerleriyle aynen bir operatör hassaslığıyla çalışan ustalar, zar gibi doğradıkları ciğerlerden tüm damar ve sinirleri temizleyip lokum kıvamına dönüştürürler.
Bol yağlı ve çok kızmış tavada 30-40 saniye kalması pişmesine yetiyor. Hem ciğerin incecik olması hem de yağın kızgınlığı ile asla yağ çekmeyen ciğer, son derece leziz oluyor. Ciğerin yanında Mandıra yoğurdu, kuru biber, domates ve soğan eşlik ediyor.

''Edirne Tava Ciğeri en iyi Edirne'de yenir'' sözünün doğruluğunu bir kez daha gördükten ve anladıktan sonra Arasta Çarşısı'nda gezimize devam ettik.



Edirne, yaklaşık 100 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmış, bu sırada bilim, kültür ve sanat alanında önemli faaliyetlerin yer aldığı, mimari, hat ve süslemelerde en özgün örneklerin verildiği bir kent olmuş.


Edirne'de kahvaltı yapılacak yerler arasında listemde olan '' Tadım Kahvaltı Salonu '' yürüyüşümüz sırasında tesadüfen karşımıza çıkıveriyor. 30 yıldır hizmet veren mekan özellikle çeşit çeşit melemenleri ile biliniyor. Bir gün Edirne'ye yine gelirsek artık yerini biliyoruz...
Kısa süreli Edirne gezimizden sonra tekrar yola çıktık. İki saat sonra Tekirdağ'a ulaştık. Tekirdağ sahil yolunda ve şehir merkezinde araç ile biraz dolaşıp Tekirdağ'ında havasını teneffüs ettikten sonra Barbaros Limanı'na geldik.
İzmir'e dönüş için bir çok alternatif yol rotası olduğu halde biz en uzun sürecek olanını tercih ettik. Hepimiz için bir ilk olması, Marmara Denizi'ni en kuzeyden güneyine denizden geçecek olmak oldukça heyecan verici bir deneyim olacak. Hareket saatinden bir gün önce feribot için (Marmara Ro Ro) rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Çünkü feribota belli sayıda araç alınıyor. Ben, rezervasyon işlemini dün yaptığım için, limanın karşısındaki kafede soğuk bir şeyler içerek hareket saatini bekledik. Saat 17.00 da tam saatinde feribot hareket etti.
Adaların arasından geçen bu 5.5 saat sürecek yolculuk için hazırız... Karaya daha çok aşina olan benim için en uzun süreli deniz yolculuğu da olacak.
Tekirdağ'dan hareket ettikten sonra; önce Marmara Adası'na daha sonra Avşa Adası'nın iskelelerine uğrayacağız. Ekinlik Adası'na uzaktan bir selam verdikten sonra Paşalimanı Adası'nın yakınlarından Erdek İskelesine geldiğimizde deniz yolculuğu bitecek. Erdek'ten aracımız ile Bandırma'ya geçeceğiz. Bandırma - Susurluk - Balıkesir üzerinden otoyolu kullanarak İzmir'e ulaşacağız.
Ada gezileri hep bana ilginç gelmiştir. Sözlükteki '' dört bir yanı denizlerle çevrili kara parçası '' açıklaması merak, heyecan, bilinmezlik duygularını çağrıştırır. Daha önce gördüğüm; Burgazada, Büyükada, Heybeliada, Kınalıada gezilerimde ada görünür görünmez bu duyguları hep hissettim. Her zaman sevmişimdir vapur yolculuklarını. Denizin kokusunu daha yakından hissetmeyi, rüzgarın bu kadar tatlı tenimi okşadığına şahit olmayı özlerim.
Uzaktan Marmara Adası belirdi...
Her ada uzaktan belirmeye başladığında onlarla ilgili internetten bilgileri okumak da benim için bu yolculuğun tatlı oyunu haline dönüştü... Marmara Adası'nda ilk yerleşme, antik çağda Miletoslularca olmuş. Ada halkının çoğunluğunu oluşturan Rumlar; yüzyıllarca Türklerle dostça yan yana yaşamışlar. Lozan Anlaşması Mübadele maddesi hükümlerince Rumlar; Yunanistan'a gitmek zorunda kalınca adaya özellikle Karadeniz Bölgesinden gelenler ile Girit Adası'ndan mübadele ile gelenler yerleştirilmiş. Antik ismi Prokonnesos olan ada, Kyzikos ile birlikte Delos deniz birliğine bağlanmış. İlk çağlardan bu yana mermer yatakları nedeniyle ülkeyi imar etmek isteyen Roma ve Bizans İmparatorluğu'nun en ünlü komutanlarının ilgisini çekmiş. Osmanlı döneminde de yapılan cami ve sarayların mermerleri Marmara Adası'ndan sağlanmış. Marmara Adaları, Marmara Denizi'nin güneybatısında Kapıdağ Yarımadası ile Şarköy arasında sığ bir deniz alanında yer alıyorlar.
Marmara Denizi'ndeki adaların en büyüğü, ismi mermer ve Marmor'dan gelen Marmara Adası yaklaşık 110 km2'lik bir alana sahip. Adanın en yüksek yeri, Radar Tepe olarak da bilinen İlyas Tepe'nin adeta denize kafa tutarcasına yükselişi, vahşi ve sarp görünümü, yaşam dolu iklimi, suyu, denizi ve nihayet denizle kaynaşmış insanıyla, özel bir konum ve niteliğe sahip. Marmara Adası 4 Temmuz 1987 yılına kadar Erdek ilçesine bağlı kalmış ve bu tarihten itibaren ilçe olmuş. Marmara ilçesine bağlı 4 köy ve 2 beldesi var. Çınarlı Köyü, Gündoğdu Köyü, Asmalı Köyü, Topağaç Köyü ile Saraylar ve Avşa Beldesi.. Adanın doğal yapısını oluşturan mermer ilkçağdan günümüze kadar önemli bir ihraç ürünü olmuş. Özellikle adanın  kuzeyinde bulunan Saraylar Beldesi'nde, vapur yolcuğunda da gördüğümüz geniş mermer ocakları bulunuyor. MS. 2-3. yüzyıllara inen en erken buluntular; mermer ocaklarının tarihini Roma devrine kadar götürüyor; Yani 1800 yıldır mermer çıkarılıyor. Buradan çıkarılan mermerler dünyaca ünlü.
Çınarlı Köyü, isminden de anlaşılacağı gibi yüzyıllara meydan okuyup günümüze kadar ayakta kalmayı başaran, tarihi eser niteliğindeki çınarlarıyla ünlü.
Asmalı Köyü, adanın son İstanbul çıkış noktası olması nedeniyle yat turizmine de oldukça elverişli. Turizmin yanında zeytincilik ve balıkçılıkla oldukça gelişmiş. Eski ahşap Rum evlerinin hala kullanıldığı Asmalı Köyü'nün birazı Pomak, çoğu Karadenizli olan sakinleri geçimlerini çam toplayarak ve balıkçılık yaparak sağlıyorlar. Topağaç Köyü ise adanın tarımsal faaliyetlerine en elverişli köyü olup, adanın sebze ihtiyacının önemli bir kısmını sağlıyor.
Temiz havası ve birbiri ardına önümüze çıkan koyları ve temiz kumsal görüntülerinden sonra feribot Marmara Adası'nın merkez iskelesine yanaştı. Feribottan adanın yaşamını izledik. Bir süre sonra Avşa Adası'na doğru yola çıktık. Avşa Adası, adını hepimizin duymuş olduğu bir tatil beldesi. Uzaklardan görünen Avşa adası, Marmara Adası'na göre daha alçak yükseklikleri ile gittikçe daha görünür olmaya başladı.
Özellikle İstanbulluların tatil için tercih ettikleri, oldukça popüler bir turistik belde.. Güzelliği, onu yazılarında anlatan coğrafyacı Strabon ve tarihçi Pliny'nin dikkatini de çekmiş. Ancak orta çağda bölgedeki diğer adalar gibi Avşa Adası'da sürgün yeri olarak kullanılmış. Burada arkeolojik hazineleri ortaya çıkarmak için her hangi bir kazı yapılmasa da çok eski zamanlarda iskan edildiği ve halkının avcılık, balıkçılık ve tarımla geçimini sağladığı sanılıyor.
Avşa'nın yüzyıllar içinde değişerek gelen birçok adı var. Kyzikos'lu Diogenes, Propontis adalarını anlatırken Ofiousa ile Fisia'yı birbirinden ayırmış. Plinius bu adaya '' Ophiussa '' demiş. Bizans tarihinde ise adanın ismi '' Afousia '' dır. La Mottraye 17. yüzyıl başında, adaya buradaki Meryem Ana Manastırı nedeniyle '' Pnagia '' adı verildiğinden bahseder. Marmara Adalarında tarihi incelemeler yapan Gedeon'a, Patrikhane tarafından verilen 1892 tarihli vasiyetnamede ise, adanın ismi '' Aosia '' şeklinde yazılmış. Rumlar adayı terk etmeden önce ise '' Afissia '' ismini kullanmışlar. Adanın ismi daha sonraki zamanlarda '' Araplar Adası '' olarak da anılmış. Yakın zamanlarda adanın resmi adı '' Türkeli '' olmuş. Daha sonraları günümüzde adanın tarihi isminin Türkçeleşmiş şekli olan AVŞA kullanılmaya başlanmış.
Adanın uzunluğu 9 km, eni ise 4 km kadar. Avşa iskelesine yaklaşmaya başladıkça canlı ada yaşamı gözümüzün önüne serilmeye başladı.
Temiz masmavi denizi, küçük doğal koyları ve altın sarısı kumsallarıyla Avşa adası küçük bir cennet gibi.
Yaşadıklarımız bakış açımızı, hayat felsefemizi de etkiler. Bu yüzden geziye çıktığımızda da gezdiğimiz yere bu bakış açısıyla yaklaşırız ama yeni yeni oluşmakta olan gezgin ruhumuz buna izin vermez, canlanır keşfetme duygumuz öne çıkar...
Avşa Adası'nda demir aldığımızda gün batıyordu. Gökyüzünün kızıllığı, Marmara Denizi'ndeki uzun yolculuğumuzu daha unutulmaz hale getirdi...
Gece karanlığında yaklaşık 2 saat süren bir deniz yolculuğundan sonra çok sevdiğimiz Erdek'in ışıkları feribota kılavuz oldu.
Erdek iskelesinde son bulan 5.5 saatlik uzun deniz yolculuğu bizler için unutulmayacak hatıralar bıraktı. Erdek her zamanki canlı yaz gecelerinden birini daha yaşıyordu. Tam 3 yıl sonra tekrar Erdek deyim. Gece saat 22.30'u gösteriyor ve buradan İzmir'e 4 saatlik bir kara yolculuğuz var. Ama önemsemiyoruz. Erdek sahilinde bir saat kadar zaman geçirdik, yürüdük, bildiğimiz yerlerinde bir şeyler içtik, Kapıdağ'ın bol oksijenli serin havasını doyasıya içimize çektik. Uzun bir aradan sonra Erdek ile hasret gidermenin keyfini yaşadık.
Bandırma şehir merkezinde ve sahilinde araçtan inmeden turladık. Neredeyse sabaha karşı İzmir'e ulaştığımızda tatlı bir yorgunluk içindeydik. Bu rota tekrar yapılır mı ?  Mutlaka yapılır, yapılmalı...













 







2 yorum :

  1. 👏👏Harika bir anlatım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Hep beraber çok güzeldi..

      Sil