Sayfalar

3 Mart 2023 Cuma

ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ'NDE OLMAK...   (ANKARA)
Ankara Ankara, güzel Ankara !
Seni görmek ister her bahtı kara,
Senden yardım umar her düşen dara.
Yetersin onlara güzel Ankara.

Yurduma göz diken dik başlar insin.
Türk gücü orada her gücü yensin.
Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin,
Var olsun toprağın taşın Ankara !
   Ankara adını duyunca  ''Ankara Marşı '' nın bu sözleri aklıma gelir. Mustafa Kemal Atatürk'ün vizyonu ile Cumhuriyet sonrası kurulan Ankara, başkent olduktan sonra sil baştan kurulur. Bu açıdan Cumhuriyet'in ve modernleşmenin getirdiği fiziksel gelişimin de en önemli tanıklarındandır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Rahmi M. Koç Müzesi, Ankara Kalesi ve Hacı Bayram Veli Camisi gezileriyle dolu dolu bir Sonbahar gününü yaşadım. Bu Pazar günü gezdiğim yerlerin hepsi benim için ilklerden oldu.
Ankara'nın ilk müzesinin öyküsü 1921 yılına uzanıyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün merkezde bir Eti Müzesi kurulması fikriyle ülkenin dört bir yanından Hitit eserleri toplanmaya başlanır. Dönemin Kültür Müdürü Galip Bey, Ankara Kalesi'nin Akkale Burcu, Augustus Mabedi ile Roma Hamamı'nı müzeye dönüştürerek ilk adımı atmış. Akkale'nin sınırlı alanı yetmeyince, Ankara Ulus'ta Atpazarı olarak adlandırılan semtte, Ankara Kalesi'nin dış duvarının güneydoğu kıyısında iki Osmanlı binasının restorasyon çalışmalarına başlanmış.
Bu yapılardan biri Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Kurşunlu Han. Mahmut Paşa Bedesteni'nin Fatih Dönemi baş vezirlerinden Mahmut Paşa tarafından 1464-1471 yılları arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Kurşunlu Han ise Fatih Dönemi baş vezirlerinden Mehmet Paşa'nın İstanbul'un Üsküdar ilçesindeki imaretine vakıf olarak yaptırılmış. 1881 yılındaki yangından sonra terk edilen her iki yapı daha sonra Atatürk'ün isteği ile Anadolu'dan toplanan eserleri sergilemek amacıyla uzun yıllar süren yenileme çalışmaları sonucunda müzeye dönüştürülmüş. 
Bedestenin orta bölümünde yer alan kubbeli mekanın büyük bir kısmının onarımının 1940 yılında bitirilmesi ile eserler yerleştirilmeye başlanmış, 1943 yılında binaların onarımı devam ederken, orta bölüm ziyarete açılmış ve müze yapısı 1968 yılında son şeklini almış. Bugün idari bina olarak kullanılan Kurşunlu Han'da araştırmacı odaları, kütüphane, konferans salonu, laboratuvar ve iş atölyeleri yer alıyor. Mahmut Paşa Bedesteni ise teşhir salonu olarak kullanılıyor.

2014' te restore edilerek yenilenen Anadolu Medeniyetleri Müzesi; Sanal turlar, canlandırmalar ve Göbeklitepe'deki T biçimli dikme replikalar ve eserlerle birlikte ziyaretçileri tarihe bir yolculuğa çıkarıyor.

1997' de ''Avrupa'da Yılın Müzesi'' seçilen ve kendine özgü koleksiyonları ile dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde eserler, kronolojik olarak ayrılmış bölümlerde sergileniyor. Üst salonda Paleolitik Çağ, Kalkolitik Çağ, Eski Tunç Çağı, Asur Ticaret Kolonileri Çağı, Eski Hitit ve Hitit İmparatorluk Çağı, Frig Krallığı, Geç Hitit Krallığı, Urartu Krallığı, ve alt salonda ise Çağlar Boyu Ankara ve Klasik Devirler bölümü yer alıyor.
Ana Tanrıça Kibele'ye atfedilen pişmiş topraktan form verilen heykel müzenin en önemli parçalarından. Çoğu zaman bereket ve doğurganlıkla ilişkilendirilen Kibele Kültü hem Artemis olarak farklı kültürlerde varyasyona sahip hem de Geç Hitit ve Asur sanatının etkilediği Frig kabartmalarında görülüyor.
Türk Tarih Kurumu'nun 1935-1942 yılları arasında Alacahöyük, Pazarlı Höyük, Çankırıkapı, Ankara Kalesi, Etiyokuşu Höyüğü, Karaoğlan Höyüğü, Hacılar Höyük, Bitik Höyük, Alaeddin Tepesi, Hacı Bayram Cami ve Demirci Höyük gibi mekanlarda yaptığı kazı ve araştırmaların buluntularının olduğu çok zengin koleksiyon arasında geziyorum.

Hitit uygarlığı ve sanatının simgesi sayılan ve Alacahöyük'te bulunan ''Güneş Kursu'' simgesinin MÖ. 2500 - MÖ. 2250 arası yıllara ait olduğu sanılıyor. 
Hititli rahipler tarafından dini törenlerde kullanılan ve evreni simgeleyen nesne, Ortadoğu uygarlıklarında hükümdarlığın simgesi olan ''alem'' lerin atası kabul ediliyor.

Bir Hitit Müzesi olarak kurulacağı düşünülse de ilerleyen yıllarda envanteri hızlıca büyüyen Anadolu Medeniyetleri Müzesi, diğer Anadolu uygarlıklarına ait eserlere de ev sahipliği yapmaya başlamış.


Yozgat'taki Alişar Höyüğü'nde kazı çalışmaları yapan Von der Osten'in buluntuları, 1931-1939 aralığında Alman Arkeoloji Enstitüsü Müdürü Kurt Bittel'in yürüttüğü Çorum'daki Boğazköy kazısından çıkan eserler, Maarif Vekilliği tarafından 1932'den 1934'e kadar Ahlatlıbel, Karabel ve Göllü Dağ'da yapılan kazılarda ortaya çıkartılan kalıntılar ile eşsiz bir koleksiyon oluşmuş.


Müze yerleşim olarak rahatça gezme fırsatı veriyor.


Anadolu tarihinin en önemli arkeolojik eserlerini gözler önüne seren bir uygarlıklar geçidinde yürüyorum hissine kapılıyorum...
Tanrılara armağan sunan Hükümdarlar, yeryüzünden çoktan silinmiş Tanrıçalar, binlerce yıllık inanışlar, umutlar ve insanoğlunun zamana direnme içgüdüsü...
Tüm bu detaylar müzelerimizdeki kültür varlıklarında karşımıza çıkıyor.

Geriye ise sadece o eserlerin anlattığı gizemli öykülere kulak vermek kalıyor.


Anadolu Medeniyetleri Müzesi, görkemli Anadolu tarihinin kilometre taşlarını bir araya getiriyor. 

Anadolu Medeniyetleri Müzesi gezisi ile güne harika bir başlangıç yaptım.

Ankara Kalesi'nin dış duvarlarının yanından Kale Meydanı'na doğru yürümeye başladım.
Ankara'nın sembollerinden biri olan Ankara Kalesi'nin tarihi, kentin tarihi kadar eski.
Ankara Kalesi, İncesu ve Çubuk çaylarının buluştuğu ovanın doğusunda Bentderesi'nin yanındaki tepede yer alıyor. Günümüze dek ayakta kalabilmesinin başlıca nedeni, stratejik bir üstünlük sağlayan coğrafi konumundan kaynaklanıyor. Kalenin askeri ve ticari anayollar üzerindeki sarp bir yamaca inşa edilmiş olması onu mükemmel bir savunma merkezi haline getirmiş.
Tarih içindeki serüveni, Ankara'nın binlerce yıl öncesine uzanan kentleşmesiyle birebir ilişkili. Tarih boyunca çeşitli medeniyetlerin başkenti olan Ankara'da kalenin hem savunma hem de yerleşim amaçlı kullanılması, yapının hemen hemen her dönemde onarımının ve bakımının yapılmasını, dolayısıyla da günümüze dek ayakta durmasını sağlamış. 1893 tarihli bir gravür de Ankara Kalesi görülüyor.
Ankara Kalesi'nin tarihine uzanıldığında, M.Ö. 271'de Ankara'yı işgal eden Galatlar'ın kaleyi bir idare ve savunma merkezi yaptıklarını görülüyor. Daha sonra Ankara, Roma ile kurulan iyi ilişkiler sayesinde gelişmiş ve kent kale sınırlarını aşmış. Kalenin Doğu Roma İmparatorluğu için önemi ise, bugün hala ayakta kalan surların bir bölümünün o dönemde yapılmış olmasından anlaşılıyor. Kale, çeşitli dönemlerde Sasanilerin ve Arapların saldırılarına uğramış, 1071'deki Malazgirt Savaşı ile Anadolu'daki hakimiyetlerinin ilk adımını atan Türklerin eline 1073 yılında geçmiş.
Ankara, sonraki dönemlerde Bizanslılar, Danişmendliler ve Selçuklular arasında el değiştirmiş 1101'de kısa bir süre Haçlıların kontrolüne geçer. Kentte 1127'de Selçuklular, 1354'ten itibaren Osmanlılar egemen olmuşlar. İç ve dış kale olmak üzere iki kısımdan oluşan kalenin iç surları, 7. yüzyılda Bizanslılar tarafından inşa edilmiş. Kalenin 20'den fazla kulesi var. Dış kale Ankara'yı bir yürek şeklinde çeviriyor. İç kalenin iki büyük kapısı bulunuyor. Birisi ''Dış kapı'' diğeri ise ''Hisar kapısı'' adını alıyor. Bu kapı üzerinde İlhanlılara ait bir kitabe bulunuyor.
Evliya Çelebi, kalenin fiziksel yapısı hakkında bilgi verirken yapıda üst üste dört kat beyaz taş kullanıldığını, her taşın 4.5 metre uzunluğunda olduğunu, İç Kale'de büyük evler bulunduğunu söyler.
Hisar Kapı'dan içeriye girdim. Burada farklı dönemlerden kalmış bir çok eski Ankara evi bulunuyor.

Ankara Kalesi, burada konumlanan yapılar ve kültürlerle bir bütün. Ahilik teşkilatının izleri hala hissediliyor.
Restorasyonu tamamlanan kale evleri ilgi çekiyor, kalabalık turist kafilelerini görüyorum. Kale içinde tüm sokakları gezmeye çalıştım. Restorasyon yapılması gereken daha çok eski bina var. Kale kapısından girdikten sonra içerilere devam eden yol, turistik olarak güzelliklerle karşılıyor. Ama doğal güzellikleri görmek için biraz çaba, biraz da istek gerektiriyor. Birkaç sokağa sapmayı, yokuş üstü evlerden dışarı çıkan insanlarla sohbet etmeyi zorunlu kılıyor.
Kalenin burçlarına çıktım.
Panoramik Ankara manzarasını, Ankara Kalesi'nden izlemek güzeldi. Bölgeye yerleşen her kültürün kendi izlerini kaleye işlemiş olması da önemli.

Anıtkabir, Ankara Kalesi'nden çok güzel görünüyor.
Kınacızade Konağı 200 yıllık bir konak ve Kalekapı sokak üzerinde bulunuyor.

Kınacızade Konağı, fotoğraf meraklılarının da ilgi odağı haline gelmiş.

Kaleiçi Mahallesi'nde bulunan eski Ankara evleri, sur duvarları ile çevrili durumda.


İki ya da üç katlı olarak ahşap, kerpiç ve tuğladan inşa edilmişler.

Kaleiçi'nde Ankara evlerinin yanı sıra yine mimarisi bozulmamış ilginç turistik dükkanlar da bulunuyor.


Restoranlar, sanat evleri ve kafelerin yanında otellerde Kaleiçi'nde bulunuyor.


Kaleiçi'nde küçük bir meydanda kahve arası verdim. Bu arada Ankara tarihi ile ilgili bilgileri de okudum.

Kahvemi yudumlarken ve akıp giden zamanın içinde insan hallerini izlerken, Ankara ile ilgili okuduğum bu bilgiler için en uygun yer diye düşündüm...
Büyük tarihçi Herodot, Perslerin Anadolu'ya egemen oldukları dönemde ordu, ticaret ve posta yolu olarak kullanılan Kral Yolu'nun Ankara'dan geçtiğini yazar. Büyük İskender, ünlü Gordion düğümünü kılıcı ile keserek '' Anycra '' ya ulaşmıştır. Kent, tarih içinde, Ancagra, Ancora, Ancyra, Angare, Angora, Angur, Ankira, Ankura, Ankuria, Ankyra, Antoninania, Belde-i Selasil, Engürü, Engüriye, Lamprotate, Metropolis, Neokoros ve Sebaste Tektosagon adlarıyla anılmış.
Efsanelere göre Ankara, Frig Kralı Gordios'un oğlu Midas'ın bir gemi çapası bulduğu yerdir. Kentin adı, Helen dilinde ''gemi çapası'' anlamına gelmektedir. Galatların bir boyu olan Tektosagların Mısır donanmasından ele geçirdikleri gemi çapasını bu topraklara getirdikleri için kentin ''çapa'' adını aldığı söylenmektedir. 

Cumhuriyet, Atatürk'ün dediği gibi, Türk toplumu için bir '' kurtuluş ve kuruluş '' tur. Ankaralılar, Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk'e destek vererek '' kurtuluş ve kuruluş '' a büyük katkıda bulunmuşlar, devrimin ilkelerini benimsemişler.

Hisar Kapısından çıktım, Ankara Kalesi beni özgün güzellikleriyle şaşırttı.
Ankara Kalesi'nin güneyindeki giriş kapısının önünde bulunan alan ile bugünkü Çengel Han arasında kalan geniş düzlüğe geldim.
Bu alan, 13. ve 14. yüzyıllarda pazar yeri olarak kullanılıyormuş. Hayvan yemi, saman ve ot gibi ürünlerin alışverişi, At Pazarı olarak anılan bu düzlükte gerçekleşirmiş. Sonraki dönemde hanlar, alışverişin yoğunlaştığı bu çevrede inşa edilmiş.
Görmek için sabırsızlandığım bir müze, hemen karşımda duruyor.
Çengel Han, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Mihrimah Sultan'ın eşi Damat Rüstem Paşa tarafından 1522-1523 yıllarında yaptırılmış. Beş yüz yıla yakın bir süre önce inşa edilmesine rağmen günümüze kadar ayakta kalabilen Çengel Han, Ankara'nın Hanlar Bölgesi'nde özgünlüğünü bugüne kadar koruyabilen ender yapılardan. Han, Ankara Kalesi'nin ana giriş kapısının karşısında, eskiden At Pazarı olarak anılan mevkide yer alıyor.
Koç Grubu; Ekonomi, sanat, kültür alanlarında ülkemize çok önemli katkılar sağlayan bir grup. ''Rahmi M. Koç Müzesi'' Çengel Han, restore edilerek kurulmuş. Çengel Han, tarih boyunca Anadolu kervansaraylarının tipik işlevlerini üstlenmiş, halkın konaklama ve alışveriş ihtiyaçlarını karşılamış, 16. ve 17. yüzyıllarda uluslararası bir sanayi ve ticaret merkezine dönüşen Ankara'nın başlıca hanları arasında yer almış. Zamanın en büyük hanlarından biri olan Çengel Han'ın kentin toplumsal ve ticari hayatında oynadığı önemli rol, Osmanlı'nın yükseliş döneminden 19. yüzyıla kadar devam etmiş. Dönemin en büyük dört hanından biri olan Çengel Han, çok sayıda oda ve ''develik'' kısmı ile hizmet vermiş. 20. yüzyılın ilk yarısında handa çeşitli dokumalar, tiftik yünü ve yapağı gibi tiftik ürünleri, urgan, kuru bakliyat, hububat, nalburiye malzemeleri, işlenmemiş deri ve at arabaları için koşum takımları satan dükkanlar bulunuyormuş. Vehbi Koç'un iş hayatına atıldığı ilk dönemde Çengel Han'da dükkanı varmış. Han, 20. yüzyılın sonlarında terk edilmeden önce, tiftik, yapağı, ham deri toptan satışlarının yapıldığı bir tabakhane ve yün deposu olarak kullanılmış.
Bir masal dünyasına adım attım... Küçük modellerden buhar motorlarına ve klasik otomobillere kadar zengin bir çeşitliliğe sahip;  32 odada denizcilikten karayolu taşımacılığına, havacılıktan tıp alanına kadar pek çok sanayi kolunun geçmişini gözler önüne seren 4 binden fazla objeye ev sahipliği yapan muhteşem bir müzedeyim. .. Gezerken bitmesini istemeyeceğiniz, bir obje önünde saatler geçirebileceğiniz türden bir dünya. Yazımı yazarken hangi görüntüleri ekleyeceğim konusunda zorlandım. Bu kadar geniş koleksiyonun tüm görüntülerine yazımda yer vermem imkansız. Ancak yine de oldukça fazla görüntüye yer vermeye çalıştım. 
Müze iki ana binadan oluşuyor. Çengelhan ve Safranhan. Müzeyi, Rahmi Koç'un sözleri ile gezmek iyi olur...
'' Babam Vehbi Koç, bilmiyorum kaç yaşındaydım, bana Almanya'dan ilk elektrikli treni getirdiğinden beri mekanik ve endüstriyel objeleri toplamış, biriktirmişimdir. Seneler geçtikçe bu koleksiyon o kadar genişledi ki, ne evlerimde ne bürolarımda, ne de depolarımda yer kaldı. Diğer taraftan Koç Topluluğu 1950'lerde sanayiye atılınca, dünyanın büyük sanayi kuruluşlarıyla temaslarımız sıklaştı. Bizden daha eski şirketlerin ilk mamullerinden başlayarak bütün ürünlerini topladıkları birer müzeleri olduğunu gördüm. Onlara imrendim. '' Niçin biz böyle koleksiyonlar yapmayalım ? '' dedim. Düşündükçe bu tür müzelerin sanayicilerden başka kimsenin merakını çekmeyeceğine ve bu fikrin Türkiye için erken olduğuna karar verdim. ''
'' Fakat bu fikir bir kere kafama yerleşmişti. Yurt dışı seyahatlerimde teknik ve endüstriyel müzeleri gezmeye başladım. Bunlar arasında Münih'teki Deutsches Museum'u, Londra'daki Science Museum'u gezdim. Ama ne zaman ki Detroit'teki Henry Ford Museum'u gördüm; işte o zaman bütün koleksiyonumu bir çatı altında toplamaya karar verdim. Bu fikri arkadaşlarıma açtım; hepsi olumlu karşıladıkları gibi, beni teşvik ettiler. Artık kararımı vermiştim. ''
Karayolu ulaşımının 1800'lerden günümüze kadar olan gelişime yön veren; Klasik otomobiller, çocuk arabaları, bisikletler, motosikletler ve otomobil modelleri arasında adeta bir yolculuğa başladım.

'' Uygun bir mekan aramaya başladım ve bu esnada koleksiyonumu da genişletmeye devam ediyordum. Hoşuma giden, ilgimi çeken ve kabul edilebilir her şeyi almaya başladım. Her parça iyi durumda olmadığından restorasyonları için atölye kurulmalıydı. Bu esnada İstanbul içerisinde uygun yer arayışı devam ediyordu. ''
'' Nihayet bu işte bana büyük yardımı dokunmuş, Dr. Bülent Bulgurlu Haliç mevkiinde, Tekel'e ait bir ispirto deposunun bulunduğunu söyledi. Beraberce gidip binayı gördük. Temelleri 12. yüzyıla dayanan ve 1730'larda Osmanlı döneminde, donanmaya çıpa ve döküm parçaları yapımında kullanılan '' Lengerhane '' bizi çok etkiledi.''

'' Bilahare 1950'lerde Tekel tarafından tütün deposu olarak kullanılan bina, 1984'te büyük yangın geçirmiş ve o zamandan beri kendi haline terk edilmişti. Sadece bahçesi ispirto deposu olarak kullanılıyordu. 1991 yılında burayı satın aldık. 1993 yılında aslına uygun olarak onardık. Tuğla renkli yapı ilk bakışta bir Bizans kilisesini veya camiyi andırır. 1994 yılında ziyarete açılan Rahmi M. Koç Müzesi, 1996 yılında Avrupa Konseyi '' Yılın Müzesi Özel Ödülü '' ne layık görülmüştür. ''

'' Genişleme planımız doğrultusunda, özelleştirilen Hasköy Tersanesi 1996 yılında satın alınmıştır. 1880 yılında kurulan Tersane, Lengerhane binasının karşısında yer almaktadır. İlk müze binamıza yakınlığı ve deniz kenarı olması binayı ideal hale getirmiştir. Lengerhane binası gibi 2. sınıf tarihi bina sınıfına girmektedir. Temmuz 2001 tarihinde açtığımız yeni bölümde gerek Türk, gerek ise yabancı ziyaretçiler tarafından beğenileceğine inandığım gerçek boyuttaki eserler sergilenmektedir. ''
'' Müzenin bu hale gelmesinde bir çok mesai arkadaşımın, teknik elemanların, akademisyenlerin ve profesörlerin emeği geçmiştir. Ayrıca üniversitelerimiz, okullarımız, silahlı kuvvetlerimiz gerek eser vermede, gerekse diğer hususlarda bizlere her türlü yardımı yapmışlardır. Tanıdık tanımadık, müzeyi gezen bir çok ziyaretçi kıymetli eserler hibe etmiştir. Kendilerine buradan teşekkür etmek istiyorum. Bilhassa Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırmaları Enstitüsü'ne bu hareketin öncülüğünü yaptıklarından dolayı şükranlarımı arz ederim. Şurası bir gerçektir ki çok uzun zaman, güç ve para harcanmış olan bu mekanın geri ödemesi ziyaretçilerin beğenisi ve gittikçe artan sayısı ile gerçekleşmektedir. ''

Kelimenin tam anlamıyla bir zaman yolculuğu yaşatan Rahmi M. Koç Müzesi envanterinde neredeyse yok yok. '' İsmail Amca'nın Atölyesi '' bölümündeyim. 1910 yılında İstanbul'da doğmuş olan İsmail Atsürer'in, küçük yaşlardan beri, en büyük merakı trenlerdi. Bu tutkusu onu tren maketleri yapma düşüncesine itmişti.
1920'li yılların ortalarında imal ettiği ilk tren maketi halkın ve hatta medyanın büyük ilgisini çeker. Yeni maketler imal etmeye devam eden Atsürer, ilerleyen dönemlerde Üsküdar'daki evinin kömürlüğünü atölyeye çevirerek tüm zamanını maket yapımına vermeye başlamış. Maketlerini, hiçbir modern makina kullanmaksızın, dededen kalma aletlerle tamamen el becerisi ile imal ediyordu. Ayrıca gemi maketleri üzerinde çalışan İsmail Amca, buharlı gemilerin makineleriyle aynı prensipte çalışan minyatür motorlar da imal etmiş.
Ancak çalışır gemi maketlerini bitirmeye ömrü vefa etmemiş. 91 yaşında vefat etmiştir. Sergilenmekte olan bu atölye, İsmail Amca'nın atölyesinin 1/1 ölçeklerinde yapılmış şekli. Dededen kalma pedallı el tornası tezgahı ve el aletlerinin büyük çoğunluğu 1800'lü yıllardan kalma.

Minyatür trenlere çocukluğundan bu yana ilgisi olan Rahmi M. Koç, çocukluk günlerini hatırlayarak '' Tatilden döndüğümde bir de baktım ki trenler yok. Annem oyuncak trenlerimi kapıcının çocuklarına vermişti. Onlarda oynasın. Oynamasın mı ? '' demiş. '' Ankara'dan İstanbul'a gelirken lokomotif kokusuna bayılırdım. '' diye de bu tutkusunu ifade etmiş.
 

Minyatür trenlerin muhteşem dünyası koleksiyonu, mutlaka görülmesi gereken müzenin en eğlenceli bölümlerinden.


Müzenin ziyaretçilerin kolay gezebileceği tasarımı, eserlerin ve objelerin sergilenişi ve sergi salonlarının çeşitliliği çağdaş müzeler arasında çoktan yerini almasına neden olmuş.



Koç Grubunun kurucusu Vehbi Koç'un ticaret hayatına başlamasıyla ilgili çoğu yanlış bilgiyi hepimiz duyarız. Türkiye'nin dev ve birçok alanda öncü kuruluşuna giden yol ile ilgili Ankara'daki ilk ticarethanelerinin birebir kopyası içinde gördüklerim ve öğrendiklerim uzun ve başarılarla dolu yolculuklarına tanık olmamı sağladı...
Keçiören, Ankara'da doğan Vehbi Koç, Hacı Bayram Veli'nin soyundan geliyor. Koç ailesinin evinin birinci katındaki dükkan bakkala dönüştürüldüğünde genç Vehbi ticaret dünyasına ilk adımını atmış oldu. İlk yıllarda babasına yardımcı olan Vehbi Koç, sabahları dükkanı açıyor, yerleri temizliyor, malların tozunu alıyor, tartıyor ve onları sayıyordu.
Vatanperver bir insan olan Vehbi Koç, genç Türkiye'ye hizmet etme gayesiyle, 3 Mart 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde düzeltmen (müsahhih) olarak göreve başlamış. 1923'te Ankara'nın başkent ilan edilmesiyle birlikte, '' Cumhuriyet'in örnek kenti '' nin imarı başlatıldığında Vehbi Koç, yapı malzemeleri satmaya başlayarak işini büyütmüş. 1926'da babasıyla başlattığı işi devralarak Ankara Ticaret Odası'na kaydolur.
İlk büyük müteahhitlik projesi olan Ankara Numune Hastanesi'ni 1933'te tamamlamış. Koç Topluluğu'nun temelini atan Koç Ticaret A.Ş. 'yi 1938'de kurmuş.
Vehbi Koç, Koç Ticaret A.Ş. ile 1944 yılında otomobil sektörüne girmiş. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra New York'a giderek Ram Commercial Corporation'ı kuran Vehbi Koç, US Rubber'ın (Uniroyal) temsilciliğini alır. 1948'de General Electric'i Türkiye'de Ampul fabrikası kurmaya ikna eder. 1947'de Ankara Oksijen Sanayi A.Ş. 'yi, 1954'te Türk Demir Döküm Fabrikası'nı, 1955'te beyaz eşya şirketi Arçelik'i kurmuş. Aynı dönemde Fiat'tan aldığı lisansla traktör üretimine başlamışlar. 1956'da Ford acentaları arasında ''satış şampiyonu'' olan Vehbi Koç, bu başarı üzerine şirketin başkanı Henry Ford II ile tanışır ve daha sonra Otosan'ı 1959'da kurar.
Türkiye'nin ilk holdingi olan Koç Holding 1963'te kuruldu. İlk yerli otomobil olan Anadol'u 1966' te imal eden Koç, Uniroyal lastiklerinin üretimine 1964'te başladı. 1968'de Fiat ile sözleşme imzalayarak Murat marka otomobilleri 1971'de piyasaya sürdü. Türkiye'nin ilerlemesi, hep Vehbi Koç'un öncelikleri arasında yer almış. 1967'de Türk Eğitim Vakfı'nı, 1969'da Vehbi Koç Vakfı'nı kuran Vehbi Koç, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı'nın kuruluşuna da aktif olarak katılır.
Müze alt katında bulunan Esnaf Odaları bölümü, inceleyerek gezilirse neredeyse bir gününüzü alabilir.




Bu bölümlerde; Onlarca farklı kişi, meslek dalı ve tarihi eserle karşılaşıyorum. Her biri kategorize edilmiş ve farklı bölümlerde bulunan eserleri incelerken büyük keyif alıyorum.



Rahmi Koç Müzesi'nde gezerken her adımda Atatürk aklıma geliyordu... Atatürk'ün Cumhuriyet için öngördüğü kalkınma modeli, çağdaş uygarlık düzeyini aşmayı hedefliyordu.


Bağımsız ve çağdaş Türkiye'nin sağlam temeller üzerine kurulabilmesi, ülkenin yeniden yapılanması ile gerçekleşebilirdi. Bu projede eğitim, sağlık, tarım, sanayi ve ekonomi alanlarında bilimsel yöntemlerin uygulanması esastı.

Türk mühendislerin geliştirdiği demiryolu projesi, ülkede sanayinin büyümesinde önemli bir rol oynadı. Cumhuriyet'in bu ''örnek kent'' inde halkın elektrik ve havagazı gibi temel ihtiyaçların karşılanmasına öncelik verildi.


Kuruluş Döneminde bakanlıklar, diğer devlet yapıları, müzeler, okullar, bankalar, hastaneler, parklar, dinlence mekanları ortaya çıktı.



Başkent, Yenişehir'den Çankaya'ya uzandı. Günümüzde Batı'ya doğru gelişen Ankara, çok katlı konutlar, eğlence ve dinlence mekanları ile iş merkezlerini bir araya getiren bir yapılaşma sergilemekte, çağdaş yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına olanak tanımaktadır.


Ankara deyince aklımıza hep Çankaya, Bakanlıklar, Meclis geliyor. Ağırbaşlı ciddiyet, resmi plakalar, devletin otoritesi hatırlanır. Rahmi M. Koç müzesi, kentin ''ötesi'' nde. Mustafa Kemal'in tozlar içinden çıkartıp başkent yaptığı, Anadolu'da ticarete 800 yıldır ev sahipliği yapmış, üç binlik kalesinin hemen yanında ve o kalede yaşamın tüm renkleriyle devam ettiği en özel yerinde...


Ankara bizim Kurtuluş Savaşımızı verdiğimiz, ilk meclisimizi topladığımız ve Türkiye'nin yüreği olduğu için ve burada Mustafa Kemal'in anıları ve hatıraları olduğu için ve milli kutsallığı olduğu için bu kenti seviyorum.


Müzenin ''Atatürk ve Ankara'' bölümündeyim. Bu bölümde sergilenen objeler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'e ait.


Koleksiyon, daha çok Kurtuluş Savaşı'nda önemli rol oynayan ve daha sonra Atatürk'ün yakınları ve çalışma arkadaşları arasına katılan Albay Halil Nuri Yurdakul tarafından bir araya getirilmiş. Oğlu Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul ve gelini Ayşe Acatay Yurdakul tarafından bağışlanmış.


'' Ankara Manzarası '' tablosunun çok güzel ve ilginç bir hikayesi var. Hollanda Amsterdam Rijksmuseum'da bulunan Ankara Manzarası tablosunun uzun yıllar Halep Manzarası olduğu düşünülmüş. Ancak, Prof. Dr. Semavi Eyice 1972'de yayımlanan '' Ankara'nın Eski Bir Resmi '' adlı eserinde resmin Ankara'ya ait olduğunu ortaya koymuş. Eyice'nin çalışmasıyla birlikte eser, Ankara kent çalışmalarına katkı sağlayabilecek çok önemli bir belge olarak akademik alanda kabul görmüştür. Resmin Ankara'ya ait olduğunun belirlenmesindeki en büyük etkenlerden biri, tablonun sağ alt kenarında yer alan, belli bir işlemden geçmekte olduğu anlaşılan çok sayıda Ankara Keçisi. Alt ve üst olmak üzere iki ayrı kompozisyonda ele alınan resimde, üst kısımda Ankara, dönemin yapıları ve mekanlarıyla birlikte tasvir edilirken, alt kısmında, Ankara'nın çarşısından ve şehir hayatından çeşitli sahneler yer alıyor. Sof feraceli kadınlar, dokuma tezgahında dokunan yünlüler, tüccarlar ve Ankara'dan mal götüren bir kervanın görüntüsüyle, Ankara'nın tarihinde tiftik ticaretinin ve sof dokumacılığının önemini gözler önüne seren bu tablo, ressamı bilinmese de bir Avrupalının bakışıyla Ankara'yı topoğrafik özellikleriyle olduğu kadar, tiftiğe dayalı sanayi ve ticari hayatıyla da canlı bir şekilde yansıtıyor.
Bu değerli eser, müze envanterine dahil edilmiş.


1904 Fransız Denizaltısı '' Alose '' ..


Vehbi Koç ve Mustafa Koç tablosu..


Ankara'da 1870'li yıllara kadar tiftik  çok ünlü. Bu bölgede bulunan kervansarayların hemen hepsi tiftikle ilgili. Fakat bu tiftiğimizi İngilizler alıp Afrika'ya taşıyınca veya başka yerlerde bu koyunları, tiftiğimizi geliştirince , tiftiğin özelliği düşüyor ve 1890'lı yıllara gelindiğinde Ankara çamura batmış, ıssız bir şehir haline geliyor.


Bundan 20-25 yıl sonra Mustafa Kemal'de geldiğinde, hepten mahvolmuş, kervan geçmeyen bir şehirmiş artık Ankara... Ama 1850'ye kadar çok canlı kervansaraylar bulunuyormuş, tiftik ve sof yünü dünyada çok ünlüymüş.


Cumhuriyet'in ilk yıllarında başkent Ankara'yı bir fermuar gibi ortadan ikiye ayıran demiryolu, aynı zamanda kenti sosyal olarak iki parçaya bölüyordu. Demiryolunun üst yanı, eski Ankara diye bilinen Ulus, Samanpazarı, At Pazarı ve Çankırı kapısı, Cumhuriyet'in kuruluşunu ve eskiyi yaşatıyordu. 


Demiryolunun alt yanı ise adı üstünde, Yenişehir. Yenişehir ve giderek Çankaya Köşküne kadar uzayan yollarla yeni gelişen modern Ankara. Yeni demiryolunun bir yanı eskiyi, taşrayı, geçmişi; öte yanı ise yeniyi, moderni, çağdaşlığı ve geleceği temsil ediyordu.


Bugün gördüklerim bana ''milli romantizm'' yaşatıyor...



Rahmi M. Koç Müzesi'ndeki gezimi şimdilik bitirdim. Bu gezi benim için bir tanıma  gezisi oldu. Safranhan'da bulunan Safranhan Restaurant, gezi sırasında seçkin lezzetleri ile güzel anlar yaşayacağınız iyi bir seçenek olacaktır.

Bulunduğum bölge ''Hanlar Bölgesi'' olarak biliniyor. Hemen yakınımdaki hanlardan birinin içine girdim.

Hanlar Bölgesi'nde yer alan yapıların çoğu Osmanlı'nın güçlü olduğu dönemde, 16. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında inşa edilmiş. Bu dönemde Ankara Kalesi çevresinde tüccar, esnaf ve zanaatkarın çoğalması, han ve bedestenlerin yapımına yol açmış ve Hanlar Bölgesi bu şekilde oluşmuş. Çengel Han, Mahmut Paşa Bedesteni, Çukur Han, Kıbrıs Han, Kurşunlu Han, Pilavoğlu Han, Pirinç Han, Sulu Han, Zafran Han bu dönemde inşa edilen hanlardan.

Hanlar Bölgesi'ndeki yapılarda çeşitli iş kollarına ait dükkanlar bulunuyor.
Bu dükkanlarda; aktar, berber, bıçakçı, çulhacı, debbağ, demirci, destegahcı, göncü, hallaç, keresteci, kunduracı, kuyumcu, leblebici, nalbant, nalıncı, pabuççu, sandıkçı, saraç, şekerci ve yorgancılar çalışıyordu.
Ankara'nın ilk yerleşim yerindeyim. Kale civarından Samanpazarı bölgesine doğru yürüyerek indim. Samanpazarı; Atpazarı, Koyunpazarı, Pirinç, Can sokak gibi sokaklardan meydana geliyor ve her sokak kendine ait bir değeri barındırıyor. Bir sokakta bakırcılar, diğerinde kilimciler, bir başkasında antikacılar yoğunlaşmış. Meydan okuyor dükkanlar gelişen alışveriş kültürüne. Geleneksel yapısıyla el işçiliklerini sergileyen  dükkan sahipleri artık çok azalmış olması nedeniyle zanaatlara meraklı Ankaralıları ve turistleri Samanpazarı'na çekiyor.

Hacı Bayram-ı Veli Türbesi ve Camii, günün son gezi duraklarından oldu. Hacı Bayram-ı Veli 1352 yılında Ankara'nın Zülfadl (Solfasol) köyünde dünyaya gelmiş. Asıl ismi Numan'dır.
Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başlayan Hacı Bayram-ı Veli, fıkıh, tefsir ve hadis gibi dini ilimlerin yanında, zamanın fen ilimlerinde de yetişerek Ankara'daki Melike Hatun Medrese'sine Müderris olmuş. Ona '' Bayram '' adı, bir bayram günü kendisine intisap edip büyük manevi dereceler elde ettiği mürşidi Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) tarafından verilmiş.
Osmanlı Padişahları; 1. Murat, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmet, 2. Murat devirlerinde yaşayan Hacı Bayram-ı Veli'nin bir süre Yıldırım Bayezid 'in sarayında da bulunduğu biliniyor. Durmadan öğrenci okutmaya, kuvvetli ilim ve hitabetiyle insanları Hakka davet eden Hacı Bayram-ı Veli, dervişlerine alın teriyle kazancın önemini anlatmış, onlarla birlikte çiftçilikle de uğraşmıştır. Anadolu'nun manevi çehresinin şekillenmesinde çok büyük emeği geçen Hacı Bayram-ı Veli, 1430 yılında Ankara'da vefat etmiş ve kendi adı ile anılan caminin avlusundaki türbesine defnedilmiş.

Eserlerini Türkçe olarak yazarak Türkçe kullanımını Anadolu'da önemli şekilde etkilemiş.

Sultan Murat Han verdiği ünlü bir fermanda, Hacı Bayram-ı Veli'nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğunu bildirmiş.


Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethedeceğini II. Murat'a bildirdiği rivayet ediliyor.

Atatürk Dönemi eserlerinin yanından keyifle Ulus Meydan'ına doğru yürüyüşüme devam ettim.

En güzel yerden başladığım gezimi yine en güzel yerde bitirdim... 
Bugün Ulus Meydanı'nda Cumhuriyet'in sembolü olarak duran anıt, Atatürk'ü, Türk Kadınını, Türk Askerini ve modern Türkiye Cumhuriyeti'ni simgeliyor. Önde düşmanı gözetleyen ve düşmana hamle yapan iki Türk askeri, arkada bir Türk kadını mermi taşımaktadır. Anıt'ın beyaz mermerden yapılmış olan kaidesinin üzerindeki kabartmalarda Kurtuluş Savaşı'nın çeşitli sahneleri canlandırılmış.
Atatürk bir at üzerinde durmaktadır. Atatürk'ün atının ayakları altındaki mermer kaidenin kenarlarında Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasında söylediği vecizeler, altın varakla ve eski Türkçe olarak yazılmış. Başkent Ankara'nın ilk anıtı olan bu anıt grubu, Yenigün Gazetesi sahibi Yunus Nadi'nin açtığı kampanya sonucunda, Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'e yaptırılmış ve 4.9.1927 tarihinde Ankaralıların katılımı ile açılmış. Ulus Meydanı düzenlemesi sırasında 1959-1960 yıllarında anıtın yeri değiştirilerek, bugünkü Emek Çarşısı'nın meydanına taşınmış.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder