Sayfalar

29 Ekim 2020 Perşembe

 SAİT FAİK'İN PARİS'TEKİ BİLİNMEYEN BEŞ GÜNÜ

Yazar ve gazeteci Naim Tirali'nin 1975 yılında Milliyet Sanat Dergisi'nde yayımlanan ve Sait Faik'in Paris'te geçirdiği beş günü anlatan yazısı..

1951 yılında '' tedavi '' amacıyla Paris'e giden Sait Faik burada ancak beş gün kalarak İstanbul'a dönmüştü ama, bu kısa yolculuğunun bir '' hikaye '' olmadığına kimse inanmak istememişti. Sait Faik'in yakın arkadaşı Naim Tirali, büyük hikayecimizin 21. ölüm yıldönümünde bu olaya ilişkin anılarını anlatıyor.

   Sait Faik '' Hotel de L' Ocean '' ın döner kapısından içeri girdiği vakit, tesadüfen otelin holünde idim. Elinde küçük bir valiz, başında yana kaymış bir kasket vardı. Öyle bitkin bir haldeydi ki kendisini tanımak için kısa bir tereddüt anı geçirdiğimi hatırlar gibiyim. Kucaklaştık. '' Hayrola, nereden çıktın böyle ? '' diye, hayret ve şaşkınlık içinde sordum. O sabah İstanbul'dan uçağa bindiğini ve işte hava kararırken Paris'e geldiğini kısaca anlatıverdi...

Benim adresimi almış, hareket etmeden. Oteli kolaylıkla bulmuş.


Otel katibesine pasaportunu verdik. Katibe önündeki fişin ad ve soyadı kısmını doldururken: '' Sait Faik Abasıyanık '' dedim. Sait telaşlandı. '' Dur yahu, ne yapıyorsun. Sen benim öbür adımı bilmiyor musun ? '' Doğrusu bilmiyordum. Sait'in nüfus kütüğünde bir başka adı daha olduğunu o gün, orada öğrendim.

Sait'i odasına çıkardım. Bir doktor arkadaşının (galiba Fikret Ürgüp) tavsiyesi üzerine, uçağa binmeden birkaç tane aktedron yutmuş. Yolculuğu boyunca gözünü yummamış tabi. Asabı müthiş bozuk. '' Ben bir banyo yapayım. Sinirlerim yatışır biraz. Uyumam lazım. '' diye söylendi. Sonra birden, sağ salim geldiğine dair annesine telgraf çekmek lüzumunu hatırladı. Telgraf için nöbetçi telgrafhaneye gitmek gerekiyordu. Nöbetçi telgrafhane de hayli uzaktaydı. Nasıl olsa yarına kalacak falan dediysem de Sait'i inandıramadım. Annesine çekilecek telgrafın ne suretle olursa olsun gecikmesine tahammül edemiyordu. '' Sen merak etme, dinlenmene bak, ben telgrafı şimdi gider çekerim '' diyerek yanından ayrıldım. Pardesümü giyip, aşağı indim. O günlerde parasızlıktan gecelerini otelin küçük salonunda oturmakla geçiren talebe arkadaşlar etrafımı sararak: '' Kim o garip adam yahu ? '' diye sordular, '' Tanımadınız mı ? '' dedim. '' Sait Faik ''. Yalnız kitap meraklısı biri: '' Hikayeci değil mi ? '' diye sordu. '' Hikayeci ya '' dedim. '' Hiç okumadınız mı hikayelerini... En büyük hikayecimiz işte. '' Birkaçı beni biraz iddialı bulmuş olacaklar ki, haydi canım der gibi gülümsediler...

Ama benim de hikayeler yazdığımı aylardır devam eden arkadaşlığımızdan ötürü bildikleri için sözüme güvenir görünerek seslerini çıkarmadılar. Ancak şöyle konuşmalar oldu. '' Ben hep Beyoğlu'nda rastlardım o adama ''  '' Çok kalenderce giyinmiş, existantialiste mi o da yoksa ? '' ,  '' Amma tip adam be ! ''   Ben otelden çıkarken hepsi de Sait Faik adlı ünlü yazarımızı '' Hotel de L' Ocean '' ın müşterileri arasına katıldığını münakaşasız kabul etmişlerdi.

Ertesi gün, Sait erkenden uyanmıştı. Otelde beklemekten sıkıldı. Ona dışarıda metro çıkışındaki kahvede beklemesini, kahvaltı etmesini söyledim. Yarım saat sonra Sait'i kahvenin önünde buldum. '' Nerede kaldın birader '' diye çıkıştı. '' Neye sinirlendin '' demeye kalmadan kahveciyle çırağının kendisini alaya aldıklarını anlattı. Amerikan barda ayaküstü kahvesini içerken kahveciyle sohbet etmek için: '' İstanbul'dan dün geldim. '' demiş '' Uçakla. ''  Tam o sırada kahvecinin çırağı yukarı kata çıkmak için asansöre biniyormuş. Kahveci mütebessim bir ada ile önce Sait'e bir bakmış, sonra çırağına dönerek: '' Galiba den de mösyö gibi uçak yolculuğuna merak sardın İstanbul'a mı gidiyorsun yoksa ? '' diye söylenmiş. '' Ulan herif benimle düpedüz alay etti. '' diyordu Sait.  '' Kılığımı kıyafetimi mi beğenmedi. Kasketim mi tuhafına gitti yoksa. ''

Herhalde kahvecinin sözleri etkilemişti. Doğruca Galeri La Fayette'e gittik. Oradan Sait bir palto, bir kadife pantolon, bir siyah kazak ve bir de fötr şapka aldı.

Daha sonra bir gece Sait'le dört beş kişilik bir grup halinde çıktık. Paris'in görülecek birkaç semtini dolaştık. Montparnasse'ta bir kabarede oturacaktık güya. Saat gece yarısını geçmişti. Sait: '' Ben otele dönüp yatacağım '' diye tutturdu. Biz, onu gezdirmek için çıkmıştık. '' Siz dönmeyin '' diye ısrar etti. '' Ben içemiyorum biliyorsunuz, canım sıkılıyor. '' dedi ve bizden ayrıldı.


Birkaç kere de Sait'in yalnız başına çıkıp gittiği oldu. Böyle yalnız dolaştığı günlerin birinde nereye gittiğini sordum. '' Sinemaya gittim '' diye cevap verdi. '' Güzel bir film miydi bari ? '' , '' Yok canım. Zaten ne filmi oynadığına bile bakmadan girdim sinemaya. Sokaklarda sürtüyordum. Kalabalık, hareket canımı sıktı. Sakin bir yer, yadırgamayacağım rahat bir köşe arıyordum. Önüme ilk çıkan sinemanın karanlığına sığındım. ''

Sait o kalabalık korkusunu anlatırken, kendisini bir Beyoğlu akşamında görür gibi oluyordum. Yakaları kalkık, boynunu omuzları arasına çekmeye çalışıyor, kaçamak ve kısık bakışları etrafını süzüyordu sanki.

Sait Faik'in Paris'teki beş günü, kalabalık ve gürültülü bir büyük şehre uyamayışın sıkıntısı ile geçti. Uçağa binerken aldığı ilaç asabını hep bozmuş, Paris'te bir gece bile rahat bir uyku uyuyamamıştı. Niyeti birkaç ay kalarak karaciğerini tedavi ettirmekti. Hatta bu konuda o kadar azimliydi ki Prof. Kazım İsmail'den, ünlü Doktor Besançon'a bir mektup bile getirmişti. Talebeler arasında '' Avanta '' adıyla maruf, Doktor Zeki'yle birlikte hastaneye gittiler. Sait, hastaneden hoşlanmadı. Hele karaciğerinden parça alınarak tahlil edilmesi için ortaya çıkınca korkmaya başladı. Bir de baktık, daha geldiğinin üçüncü günü İstanbul'a dönmekten bahsediyor. Oteldeki bütün arkadaşlar onu oyalamağa gelmişken bir müddet kalmaya iknaa çalıştık. Biz üzerine düştükçe bazan kabul edip peki diyor, bazan da daha fazla sıkılıyordu. Cumartesi gününe kadar kesin kararını vermemişti. Öğle yemeğinde otelin lokantasında buluştuğumuz zaman uçak biletini göstererek: '' Bu gece gidiyorum '' dedi. Aman Sait dedik, anan yahşi, baban yahşi. Paris'e gelinir de beş günde kaçılır mı ? Daha tek bir müzeye bile gitmedin. Hiçbir gezilecek yeri gezmedin Paris'in. Eyfel Kulesi'ni bile öyle uzaktan olsun görmedin. '' Sahi, '' dedi  '' Amma da çocukluk ettim. Hem Paris'te kalmam şart değil ya. Giderim şöyle Grenoble'e. Orada yirmi yıl önceki ahbapları ararım. Açılırım biraz. Sonra yine döner gelirim canım isterse. '' , '' Tabi değil mi ? '' diye tasdik ettik.

Hep memnunduk. Fakat bu defa yine Sait atıldı: '' Peki ama bileti aldım bir kere. Nasıl yaparım ? ''

Güya bir imkansızlıkla bize cevap veriyordu. '' Sen bırak bize. Biz bilet işini hallederiz. '' dedik ve hallettik de. Air France acentasına gidip söyledik. Pekala dediler. Elinde biletle, daha önceden haber vermek suretiyle, birkaç ay içinde istediği Air France uçağına binebileceğini öğrenince, Sait çocuklar gibi sevindi. Gözlerinin içi gülüyordu. Hepimiz memnunduk. Birlikte otobüse binerek Quartier Latin'e gittik. Nihayet el birliğiyle Sait'i bir çılgınlık yapmaktan alıkoymuştuk ya... Keyifle birer kahve içebilirdik. Daha ziyade kaçak lise öğrencilerinin uğrağı olan '' Cafe Dupont '' a oturduk. Kahvelerimizi içtik. Sait'i neşeli görmek herkesin hoşuna gitmişti. Onun manalandıramadıkları hareketlerini bir sanatkar kaprisi olarak kabul ediyorlardı. Büyük bir yazar olduğunu duydukları bir insanla - meşhur bir sporcu veya sinema yıldızıyla olduğu gibi- beraber bulunmaktan zevk aldıklarını her hallerinden anlamak mümkündü. - Tabii bunun Sait Faik'i sıktığını da zaman zaman hissetmiyor değildim.-


Sait, bir ara, evi otelimiz civarında olan bir yahudi doktara telefon etti. Ve bize: '' Çocuklar gitmekten vazgeçtiğimi söyledim doktora, '' dedi. '' Muayenehanesine çağırdı beni. Akşam otelde buluşuruz. '' Önceden konuşulmuş, karar verilmişti. Sait dansinglerden, kabere ve müzikhollerden hoşlanmadığı için, o gece sirke gidilecekti.

Sait: '' Eyvallah ! dedi ve gitti. Gidiş o gidiş.

Ben gece başka bir yerdeydim. Gece yarısı otele döndüğümde henüz yatmamış olan çocuklara: '' Nasıl bakalım, Sait sirkten memnun kaldı mı ? '' diye sordum. '' Sait'in selamı var, '' dediler. '' Bizimle gelmedi ki. Gitmiş yeniden kendine uçakta yer ayırtmış. Aldı çantasını gitti. Yarın sabah İstanbul'da olacak. Bu iki kitabı da senin için katibe kıza bırakmış. ''

Kitapları aldım. Zaten ikisi de vardı bende. Açtım baktım. Havada Bulut'un ilk sayfasında:

Yaptığım deliliğe ne zaman ah vah diyeceğimi bir kestirebilsem, o zaman

Paris'te beş günün romanına başlardım. 4-2-951. İmza.

Lüzumsuz Adam'ın ilk sayfasında ise:

Paris'teki anlaşılmaz günlerin tahlilini sana bırakıyorum Naim. Anlayabilirsen anla. 4-2-951. İmza.

Satırları, Sait Faik'in o tipik kaligrafisiyle yer almıştı.

Bir pazartesi gecesi geldiği Paris'ten haftasonunda kaçıp gitmesi elbet bir gün bir hikayesine konu olur. Edebiyatımız güzel bir hikaye daha kazanır diye düşünmekten başka yapacak iş kalmamıştı. 

Aradan bir hafta geçmeden Sait'ten bir kart aldım: '' Ne halt ettim de hemen döndüm. Annem kızdı. Siz orada yaşıyorsunuz. Ama yaşadığınızın farkında değilsiniz. Boşverin, eğlenmenize bakın, gözlerinden öperim. '' diyordu.


Dokuz ay sonra Türkiye'ye dönmüştüm. Sait Faik 1951'in kasım ayında Varlık Yayınları arasında çıkan yeni kitabı '' Kumpanya '' yı bana armağan ederken, yine Paris'ten söz açmadan edememişti:

'' Naim oğlum, artık bir daha göklerden Cadet'deki otele düşemeyeceğim (Dönemeyeceğim de olabilir) sanma. Ölmezsem, sen nasıl olsa oraya gidersin. Ben de seni bulurum. ''

Söylediği gibi oldu. Ben birkaç aylığına yeniden Paris'e gittim. Ölmezsem ben de gelirim demişti. Gelemedi. Raslantıya bakın ki Altan Erbulak'la birlikte Paris'e hareket ettiğimiz gün, Sait Faik'in cenazesi kaldırıldı. 11 mayıs 1954 salı günü Sait'in cenaze töreninde bulunduktan sonra Altan'la Samsun vapuruna zor yetişmiştik. Marsilya'ya kadar yol boyunca hep ondan, '' Koca Dülger Balığı '' nın çocuksu, huysuz, alıngan tabiatından, büyük sanatçılara has garipliklerinden söz etmiştik.





Hiç yorum yok :

Yorum Gönder