Sayfalar

14 Ocak 2021 Perşembe

 BURGAZADA SEVGİLİM ...

'' Bir gün doğup büyüdüğüm topraklardan ayrılmak zorunda kalsaydım, vatan diye en çok yüreğim sızlayarak özleyeceğim yer Burgazada olurdu. Benim için Burgaz vatandır. Ben daha küçücük bir çocukken, ailece aşık olduk ona. Önce babam, sonra her birimiz tek tek kendimizce... Ve hiç bitmedi bu aşk.

   Taşını toprağını, kumunu çakılını, ağacını çalısını, börtüsünü böceğini sevdim onun. Ki hiç zor değil... Bir tek gün kalmak yeter.

   Ben büyüdükçe, onun da değişmesini izledim. Burgaz, eski Burgaz değil artık. Değişen dünyaya ayak uyduruyor. Hala onu her gören sevdalanıyor ama... Ah siz onu eskiden görmeliydiniz. Havasını solumalıydınız. Bir şey vardı onda, insanı sarıp sarmalayan, huzur veren ve de eşitleyen. '' 

1950 li yılların başında daha küçük bir çocukken yaz aylarının başlarında Burgazada'ya ailesi ile gelip, kiraladıkları evde Burgazada'da bir yaz geçiren '' Bercuhi Berberyan ( Tatiana ) '' ve ailesi için Burgazada artık tutku derecesinde sevdikleri adaları olmuş..

Bercuhi Berberyan'ın '' Burgazada Sevgilim ... '' kitabının daha önsözündeki ifadeleri beni kitabın içine alıverdi... Benim de çok sevdiğim Burgazada ile ilgili bu giriş sözlerinin etkisi, kitabın her bölümünde ve her sayfasında devam etti. Kitabı elimden düşürmeden kısa sürede okudum ve hatta bitmesine üzüldüm..

Hayranı olduğum Burgazada'nın; yakın tarihi, mekanları, insanları, adanın eski insanlarının hoşgörülü ve sımsıcak yaşamları ile ilgili bir çok bilgiye sahip oldum. Burgazada ile bundan sonraki buluşmalarımda Bercuhi Berberyan'ın gözü ile de bakmaya çalışacağım...

Bercuhi Berberyan'ın Burgazada'sında etkileyici bir yolculuğa çıkabilmek için bu kitabı okumalısınız..

Önsözden devam ederek ve kitabın bazı bölümlerinden kısa alıntılar ile bu çok özel kitabı ve yaşam yolcuğunu sizler ile paylaşma gereği duydum..

'' ... Biz Burgazlı olduğumuz için sırf; mutlu bir çocukluk geçirdik. Yeni yetme Burgazlılar bu duyguyu bilmezler. Yaşıtlarım anladılar. Geriye dönüp baktığımızda bizi gülümsetmeyen tek bir anımız bile yok, biz eski adalıların. Olaylar, insanlar, ilişkiler, yaşananlar hep güzel, keyifli... Acılar bile yürek ısıtarak gülümseten...

   Yıllar geçtikçe, çağa ayak uydurdukça ada, unutuluyor eski güzellikler ve anılardan siliniyor renkler. Biz o eski günleri yaşamış, geçişi izlemiş ve bu günü yaşamakta olanlar yani arada kalanlar, renkler hepten yok olmadan dünü güne bağlamaya çalışmalıyız. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı kaydetmeliyiz.

   '' Haydi, bir ucundan da ben tutayım bari '' diyerek oturdum masamın başına. Adaya ilk ayak bastığım günden başladım. Anılarımı bir bir çıkardım belleğimin köşesinde bucağında saklandıkları yerlerden. Kimi sıralı ve düzenli geldi yerleşti satırlara, kimi rast gele fışkırdı zamansız. Özünde, özgür bıraktım hepsini. Süslemedim de ...
   Bir anılar kitabı oluştu az buçuk tarih kokan, arka fonda Burgazada... Başkahramanı da babam oluverdi kendiliğinden. Tanıdığım en büyük Burgazada aşığı... Ölümüne kadar vazgeçmedi sevdasından. Zor oldu benim için, onun sağlığında keyifle başladığım kitabı ölümünden sonra hüzünle tamamlamak.

   Kitabın başında babamdan bahsederken kullandığım 'şimdiki zaman' kipini sonlarında 'geçmiş zaman' olarak değiştirmeliydim, hayatın tatsız bir şakası gibi. Değiştirmedim. öylece bıraktım.
   Ne yazık... Keşke okuyabilseydi, kaydedilerek ölümsüzleşen kendi gençlik anılarını, geçmiş güzel ada günlerini. Oysa onun, son anına kadar hala oldukça iyi olan belleğine de başvurmuştum zaman zaman...  '' Baba, şu adamın adı neydi ? Baba, biz o gün nereden dönüyorduk ?  Baba, bilmem kim ne zaman ölmüştü ? '' gibi sorularla...
O '' Vay be... Sen onu nasıl hatırlıyorsun ? Çok küçüktün daha yahu... '' diye şaşırdıkça da keyiflenmiştim zaman zaman.
   Artık '' Baba '' diye başlayan tek bir cümle bile kuramayacağım.
   E... Ben şimdi bu kitabı ona ithaf etmez miyim ?
Eksiklerim kalmıştır mutlaka, anılarımın arasına saklanıp da ortaya çıkmak istemeyenler de olmuştur... Okurken '' Ah keşke şunu da yazsaydım '' diyeceklerim olacaktır. Ama sonuçta bir tarih kitabı yazmak değildi niyetim. Azıcık ucundan, şöyle bir paylaşıvermekti unutamadıklarımı, yaşım ilerleyip de bulanıklaşmadan zihnim. Hala dün gibiyken her şey.
   Nice kaydedilmemiş olay ve isim vardır daha, her biri ayrı ayrı birer öykü niteliğinde. Bir yerinden kesip '' Bu kadar '' demeseydim bitmezdi bu kitap... Ki zaten bitmedi. Yazılası şeyler yine yazılır günü geldiğinde.
   Kitap, '' Kasap Kiryako'nun Evi '' bölümü ile başlıyor. Daha 1950 li yılların başları. Bercuhi Berberyan ve ailesi Burgazada İskelesi'nden adaya çıkarlar...
KASAP KİRYAKO'NUN EVİ
   '' Küçük bir çocuk her yanı suyla çevrili bir kara parçasına aşık olur mu ?  Ben oldum. 5-6 yaşında mıydım neydim... İskeleye ayak basar basmaz Burgazada'ya aşık oldum. Ondan önce 'ada' sözcüğünün anlamını bilmezdim. ''
'' ... aslında ailecek sevdalandık ona. Taşına, toprağına, ağacına, denizine...
   50'li yılların başındaydık daha. Amcamlar o yaz, Mıgır amcalarla birlikte, kasap Kiryako'nun, Ay Yani Kilisesi'nin karşısındaki evinin üst katını kiralamışlardı. Eskiden çocuklu aileler birleşip kocaman evler tutarlardı adalarda.
   Hem masrafı paylaşmak, hem de çocukları gözlerinin önünde, bir arada tutmak için. Geçimsizlik falan da olmazdı ha... O zamanlar insanlar daha stressizdi galiba. Zaten eskiden stres sözcüğü var mıydı ki? '' 
   '' Biz o eve, bir yaz boyu misafir olarak gittik. Birer haftadan az olmayan uzun misafirliklerdi bunlar. Amcamla babam, sevgili Kirkor amcamın ömrünün son gününe kadar, hayatlarının mutlu mutsuz, kayda değer tüm anlarını paylaşan kardeşler oldular hep.
   Annemle yengem de, annemin ömrünün son gününe kadar, dünyadaki tüm eltilere örnek olacak kadar iyi anlaştılar. Dolayısiyle biz çocuklar da, yani birer kız, birer erkek dört kuzen, kardeş gibi büyüdük.
   Mıgır amcayla benim Kirkor amcam, iş ortağıydılar. Marangoz dükkanları vardı. İkisi de iyi ustaydı ha... İkisi de yok artık. Takuhi teyze, yani Mıgır amcamın hanımı, güler yüzlü, yumuşak huylu, hoş bir kadındı. Pek bayıldığım uzun saçlarını, ensesinde kocaman bir topuzla toplardı hep. '' 
SELAHATTİN AMCA
'' Uzun boylu, güler yüzlü, kibar bir adamdı Selahattin Amca. Yıllarca belediye hekimiydi adanın. Az mı kahrımızı çekmiştir o bahçede... Zırt pırt düşer, yaralanır, dosdoğru ona koşardık. Bakın şimdi onu hatırlayınca da tendürdiyot kokusu geldi burnuma. Ve onun '' Ne yaptın yine kerata ? diyen sesi kulağıma. ''
'' Melahat teyzenin şerrinden biraz çekinirdi Selahattin Amca. Melahat Hanım... Onun güzeller güzeli eşi. Aşk kıskancı... Sait Faik'le çokça yaptığı içki alemlerine sık sık baskınlar düzenlermiş vaktinde. Her seferinde '' Ben sana o herifle görüşmeyeceksin demedim mi? '' şeklinde başlayan tartışmalar, uzar dururmuş günlerce.
O herif ... Yani Sait Faik Abasıyanık, ehlikeyf mi ehlikeyf, içkici mi içkici... Bilenler bilir. Selahattin Amca da öyle. Engellemeye çalıştıkça Melahat, vazgeçeceğine, değişik değişik yerler keşfediyor gizlice içmek için.
... Cennet Yolu'ndaki mezarlıkta içmeye karar veriyorlar sonunda. Oraya bakmak aklına gelmez diye Gelse de gece vakti mezarlığa girmeye korkar diye.
... Buruna doğru, en kenarda, bir çift direğin tepesinde; 'denizde elektrik kablosu olduğunu ve demir atmamak gerektiğini' belirten üzerinde ışıklandırılmış bir çıpa olan bir uyarı levhası var. İşte o ışıklı çıpanın altı, daimi mekanları oluyor Sait Faik, Muvakkar, Reşat Bey (Genco Erkal'ın babası) ve Dr. Selahattin'in...
   Bir gece öyle çok içip öyle çok gülüyorlar ki... Gülmekten yuvarlana yuvarlana taa aşağıya , denize düşüyor Sait Faik.
... Zamanı gelip de yumunca gözlerini Dr. Selahattin, ada mezarlığında bir yer ayarlamaya çalışıyor Deniz.
... Selahattin Amcanın naaşı adaya götürülünce, bir de ne görsünler ?  Mezarlıkta ona ayrılan yer, tek ve son boş nokta olan, o gecelerce alem yapıp keyif çattıkları ışıklı çıpanın dibi değil mi ?
... Daha sonra, Melahat teyzeyi de kaybettik. Kaderin bir şakası gibi, onu da kocasının üstüne, vaktinde fır fır arayıp da bir türlü bulamadığı, o gizli alem yerine gömdüler. '' 
  
DİLBER MARTA
'' ... Marta, adanın en ilginç ve en sıra dışı kadınıydı. Yaz kış denize çıplak girerdi. Bir dolu dikizcisi olmalı ki, herkes bilirdi bunu. İplemezdi Marta... Deniz onun canıydı... İbadet eder gibi yüzerdi...
... Her gün açık saçık, çılgın renkli kıyafetlerle, hatta bizim daha esamesini bile duymadığımız şifon pareolarla iskeleye inip kocasını karşılardı.
... Yaz kış soğuk suyla yıkanır, karda bile çorapsız gezer, hiç üşümezdi '' dedi Nadia. '' Yağmur suyunu biriktirir, her yağmur sonrası 'Biraz Allah suyuyla yıkanayım' diyerek nerede olsa eve koşardı. Su perisi gibiydi. ''
... Ben çocuk yaşımda, bir tek kere, namı dillere destan Marta ile çıplak yüzdüm muhteşem Marta Koyu'nda... Gençti Marta. Taş gibiydi bedeni. Sütlü çikolata rengi.
... Sessizce soyundum, elbiselerimi katlayıp kenara koydum ve gülümseyerek bana uzattığı eli tuttum. Ve yürüdük alev alev denize doğru birlikte... ''

GARBİS USTA
'' Garbis Usta, namı diğer Balıkçı Garbis, Yani benim babam. Burgazada'ya aşıktır. Otuzlu yaşlarının başındayken kaptırmış gönlünü bir kez, şimdi seksenli yaşların başında ve hala sürmekte bu aşk. Her ada aşığı gibi, denize ve denizle ilgili her şeye de aşıktır doğal olarak. Biz olmasak yaz kış orada yaşardı her halde. Ama hiçbir zaman buna cesaret edemedi.
   Bizim sosyal yaşantımız, sorumluluklar, zorunluluklar onu hep alıkoydu bu konuda tavır koymaktan. Oldukça da bencildir oysa... sağ olsun... hiç kimse ve hiçbir şey için özel zevklerinden ve konforundan fedakarlık etmez. Belki de ikinci şıktır aslında, kış gelince tevekkülle tası tarağı toplayıp İstanbul'a inmeye razı gelmesinin asıl nedeni.
... Hala delikanlı Garbis ayaklarında. Kalbi biraz tekliyor ama umurunda değil. Deli gibi koşar, bisiklete biner, merdivenlere çıkar, balık tutar, denize dalar, ilaçlarını almaz, diyet yapmaz... daha sayayım mı ?.. ''

... Eveet bu Garbis Usta, Balıkçı Garbis namını da, adaya aşık olduktan kısa bir süre sonra kazandı ve hala sürdürüyor. Adam otuzundan seksenine kadar her yaz, çalışırken haftada üç gün, emekli olduktan sonra da her gün balığa çıktı ve eş dost, konu komşuya bol bol dağıttı. Evine apansız misafir gelen komşular, önce bizim kapımızı çalardı, mutlaka balık bulunur diye.
   Hiçbir ihtirası olmadı. O kadar sevdiği adada bir mülk sahibi olmaya yeltenmedi bile. Bulduğu ile yetinen ama bulmaya alışık olduğu şeylerden hiç vazgeçmeyen bir yapısı var. Alışkanlıklarına bencilce bağlıdır... ''
... Hayatı boyunca en büyük serveti sandalı oldu. Sandalı ve kıçtan takma motoru. İlk kez otuzlu yaşlarında edinmişti bir sandal. Bir de kıytırık beş beygirlik bir motor. Çocukluğumuzda sahilde dört gözle ve sekiz kulakla, ta uzaktan çalmaya başladığı ıslığını beklerdik.
   Yüzlercesinin arasından ayırt edebildiğimiz ıslığını. Çünkü o ıslık, '' geliyorum, yakaladığım balıkları bırakır bırakmaz sizi motora bindireceğim '' demekti. Kardeşimle beni, bazen de birkaç arkadaşımızı. Ondan sonra, değmesinler keyfimize. Artık Kalpazan mı olur, Çamlimanı mı, Yörükali mi, hiç fark etmez. Hepsinin ayrı keyfi var.
'' Burgazada'nın ' Bulmacacı Amca'sı... ' Yakın Ada Uzak Ada' belgeselinin 'Y' efekti... Balıkçı Garbis... Garbis Usta... Benim Babam... Yok artık. Kaç yazı yazmışım ben onun için...
   Bundan sonra kimse, ne kulüpte ne de evinin kapısının önünde, her zamanki yerinde, son derece ciddi bir iş yapar edasıyla, bulmacalarına eğilmiş göremeyecek onu. Kendi kendine ''Soldan sağa beeş... Yukardan aşağıya sekiiiz...' dediğini duyamayacak.
   O gitti artık. Yarım asırdan fazla süren bir aşk bitti. Burgazada en büyük sevdalısını kaybetti. Yazın ilk günlerinde biraz yadırganacak yokluğu ... Sonra alışılacak. ''
'' Sokak köpeği Yelken, ki birkaç yazdır sadakatle yarenlik ediyordu ona, eğer kışı sağ salim geçirmişse, bir süre daha bekleyecek kapısında, bir süre bakınacak vapurlara, sonra yönelecek başka ekmek kapılarına...
   Çaresiz dönecek kendi yaşam savaşına. Oysa hissetmişti, geçen yaz sonu onu İstanbul'a yolcularken belki bir daha göremeyeceğini... İlk kez ta vapura kadar gelmişti.
   İki ayağı üzerinde yükselip patilerini omzuna dayamış ve '' Hav hav... Gitme... '' demişti tam vapur yanaşırken. Ben şahidim. Yanındaydım. Hala gözümün önünde o, bir kulağı yerde bir kulağı gökte sokak köpeğinin gözündeki hüzün...
   Hem mutlu olmuş, hem şaşırmıştı babam : '' Allah Allah... Bu hiç böyle yapmazdı... Ölecek miyim ne... '' demişti. Unutamadım. Hafiften bir 'cız' etmedi değil kalbim... Ama ummadım. Ummuyor insan. ''

PARADİSOS
'' Paradisos Gazinosu, tüm adanın en büyük eğlence yeriydi o dönemde. Her yaşta insanın hoşça vakit geçirebileceği muazzam bir bahçe. Cumartesi geceleri, canlı orkestra eşliğinde ne ses sanatçıları geçmiştir o bahçeden. Akordeonist Taki Çenerini, Henny-Vasilaki çifti, Yorgo Vaporidis, Cem Karaca, Mavi Çocuklar ve daha niceleri.
   Biz çocukken, yanımızda kahvaltılık yiyecek çıkınlarıyla anneler, babalar, büyükanneler, büyükbabalar, komşular, çoluk çocuk pazar günleri hemen yanı başındaki sahada yapılan basketbol maçlarına gidilirdi önce. Yoldan aşağıda kalan sahanın oturma yeri, yaygılar yayılarak oturulan yamaçlardı.
... Orada çekilmiş iki fotoğrafımız var... unutmam mümkün değil. Birinde biz torunlar, yayam, dedem... Diğerinde onlara ilaveten, halam, eniştem, amcam... Hepsi gittiler.
   Maç sonrası, hep beraber gazinoya geçilir, ağaçtan ağaca giden ışıl ışıl ampullerle aydınlatılmış masalarda yemekler yenir, kocaman pistinde (ya da bize kocaman gelen) danslar edilir, geç vakitlere kadar eğlenilirdi.
   Cumartesi geceleri gelen sevilen şarkıcıları izlemek içinse erkenden gidilip ön masalarda yer tutulurdu. Cem Karaca gencecik bir delikanlıyken, Paradisos'ta sahneye çıkardı. Elvis Presley'in şarkılarını okur, o yıllarda bize garip gelen kıvrak rock'n roll ve twist figürleriyle herkesi şaşırtırdı. ' Hot sun shine ' şarkısıyla başladığı uzun programını, ' Hound dog 'gibi çılgın tempolu rock şarkısıyla bitirirdi.
   Uzun kadehlerde bol buzlu, yarı yarıya su katılmış vermut ve menta likörü, bildiğimiz, ailemizden gizli içtiğimiz için büyüdük zannettiğimiz baş içkilerimizdi. Wisky'nin tadını bile bilmezdik.
   Buzlar eridikçe hepten su kesilen tek bir bardak içkiyle, akşama kadar dans eder ve ne çok eğlenirdik... fazlasına iznimiz yoktu, zaten olsa da bir tane daha alacak paramız olmazdı ki... Sonrasında pek pek gazoza fit olurduk. O yıllarda cola mı var ? 
   İşte bizim içimizde hafiften aşk kıpırtılarının başladığı o dönem Marten Yotgantz, Dinçer Erdoğan ve Blue Boys yani Mavi Çocuklar orkestrasının ilk yılları. Marten benim arkadaşımdı, hala da arkadaşım. Gazinoyla sezonluk anlaşma yaparlar, Cuma ve Cumartesi gece programı, Pazar da matine yaparlardı. Cumadan gelirler, Pazar akşama kadar adada kalırlardı.
   Gazinonun arkasında, denize doğru inen yamaçta tek odalı bir kulübe vardı. O kadar kişi orada yatarlardı. Pazar akşamı dönerlerken gitarlarını bizim eve bırakırlardı. Ben de bütün hafta onları kutsal emanet gibi saklardım. ''

TODORİ
'' Şimdi birdenbire Ay' Yani Kilisesi'nin jamgoçu Todori dalıverdi konularımın içine. Dalmaz mı ? Adam safi renkti. Todori hem kilisenin jamgoçluğunu yapardı bizim çocukluğumuzda, hem de ada Rumlarının cenaze işlerini. Bana göre ölene kadar hiç değişmedi. Çocukken 40-50 yaşlarında gibi görünürdü gözüme, yıllar geçti, ben büyüdüm o hep öyle göründü.
Kel kafalı, altın dişli, güleç yüzlü... zampara mı zampara, içkici mi içkici, ehlikeyf mi ehlikeyf. Az çektirmemiştir karısı Angeliki'ye... Öldü gitti garibim. Dul kaldı Todori. Şen dul. Yakışıklı da sayılırdı doğrusu. Eski moda yakışıklılardan... Clark Gable bıyıklı... Arada bir başına komik bir peruk takardı.
   İşi gereği adanın tüm Rum dul kadınlarını tanırdı. Canının çektiğini de kolayca tavlardı. Dillere destandı Todori'nin maceraları. Hepsi zamparalık değil tabii. O yıllarda o tür şeyler alenen yapılmazdı zaten... Fısıldanırdı ama emin olunamazdı.
... Ergenlikten gençliğe geçmek üzere olduğumuz, en eşekçe şakalardan zevk aldığımız, en deli dolu ve az biraz da acımasız zamanlarımızda, kaldırıma oturup Todori'nin açık penceresinden duyulan gök gürültüsü gibi horultusuna kulak vererek eğlenirdik. İçeriye minik taşlar atarak uyandırır ve o sinir içinde '' Diiinini iimanınıı.. ' diye küfür ettikçe, biz köşenin öbür yanında kıkırdar dururduk.

ESMA
'' Burgazada denince herkesin aklına Esma gelirdi eskiden. Adanın gülüydü Esma. Yaşı bellisiz, hafif tırlak, çirkin suratlı, kısa boylu, koca popolu, komik saçlı, herkesi sevgilisi, herkesin eğlencesi... Benim çocukluğumda zaten kırış kırıştı yüzü ama kaç yaşında olduğunu kimse bilmezdi. Ve de adaya ilk nereden, nasıl geldiğini.
   Güllü dallı elbiseler giyerdi. Çılgın renkli, iri boncuklu kolyeler, koca koca küpeler, dev nazarlıklar takardı. Herkese '' Şeri '' derdi ( Fransızca ''sevgilim'' anlamında).
   Aslen Sivaslı olduğunu öğrendim. Ama adada ilk ne zaman peydahlandığını öğrenemedim, kimse de bilmiyor. Kimsesi yoktu. Evlerde hizmetçilik yapardı. Ada esnafı boyuna '' Sen ver bize paranı, işletip çoğaltalım, seni zengin edelim '' diye kandırır, kazandığı üç beş kuruşu alırdı elinden. O da günlerce kapılarında '' Paramı ver ulan '' diye bağıra bağıra bir kısmını kurtarırdı galiba ama genelde çoğunu kaptırırdı.
... Ayrıca işi deliliğe vurarak çok akıllılık etmiş bence, çünkü yaşadığı sürece, daha doğrusu yaşlandıkça popüler oldu. Ünü Burgaz'dan taşıp tüm adalara yayıldı. Maçlarda maskot, açılışlarda uğur, düğünlerde şenlik oldu.
   Sinemaya para vermez, kulüplere üye olmadan girer, her türlü eğlenceye istediği gibi dalar, vapurlara bilet almadan binerdi. Adalar arasında çalışan her vapurun personeli onu tanırdı. Aklına eserse kaptan köşkünde otururdu. ''

BENİM  '' SİNEMA PARADİSO '' M
'' Sinema saati yaklaştığında, kolunun altında minderiyle, erken gidip yer kapabilmek için sokaklarda koşturanlar, balkonda oturup alttan geçenlerin tepesine tükürenler, leblebi savaşı yapanlar, etraftaki gürültüye aldırmadan horul horul uyuyanlar, hırkasını kucağına koyarak alttan alttan mıncıklaşanlar...
   Burgazada sineması, 20 küsür yaşıma kadar, bütün yaşıtlarım gibi, benim de en büyük eğlencemdi. Bazen (yani yirmilerimdeyken) Cumartesi geceleri Su Sporları Kulübü'ndeki diskoya takılırdık. (Orada da ne aşklar yaşanmıştır ama...) Onun dışında neredeyse her gece sinemaya giderdik.
   Bütün çocukluğumuz böyle geçti. Bir şişe gazoz, 25 kuruşluk da leblebi alındı mıydı, değmesinler keyfimize. Ne güzel filmler gelirdi ada sinemalarına. '' Avare '' izdiham yaratmıştı vaktinde ve tam bir hafta oynamıştı. Başka adalardan bile gelmişlerdi.
   Bir kere de biz, Heybeli'ye gitmiştik. Stepan abinin teknesiyle. Babam, Stepan abi ve beş çocuk, Richard Widmarc'ın '' Prangalı Mahkum '' filmini izlemeye.
... Adalardaki sinemalarda yok artık. Ortak bir kadermiş gibi Kınalıada ve Burgazada sinemaları önce kayıkhane oldular. Burgazada'daki çocukluğumun sineması, benim '' Sinema Paradiso '' m ise kaderine terk edildi. Öylece duruyor orada. Büzülerek küçülmüş. İzbe ve terk edilmiş. Değişen zamana bir türlü ayak uyduramayan, kimsesi kalmamış ihtiyarlar gibi... Yalnız ve küskün. ''

BAKKALLAR
'' ... İki kadın, kocaları öldükten sonra bile devam eden, sarsılmaz bir dostluk içinde çocukları elbirliği ile büyütmüşler. Çocuklar her ikisine de '' anne '' diyorlar.
   En büyükleri olan boylu poslu yakışıklı, tüm genç kızların hayran olduğu Apik abi (Abraham'ın kısaltılmışı) babamın, genç anne Diruk annemle yengemin, en küçükleri olan biri kız, biri erkek ikizler de bizim arkadaşlarımızdı. Zıvart yaya ise hepimizin saydığı, baş kadın, ana kraliçe idi.
   O sıralar, Apik abi yirmilerinde olmalı, babamda otuzlarında. Deli bozuk ve zıpır ruhlu olduğundan, arkadaşları hep genç olmuştur babamın, biraz ona çekmişim ben de. Sevdalarım bile, genelde benden genç olmuştur.


   Kitabın küçük bir bölümünden alıntılar yaptım. Bercuhi Berberyan'ın çocukluk yıllarından günümüze kadar ne anılar var daha. Her bölümü samimi, sıcak, o sahnelerin içinde yakın bir izleyici olduğunuz hissini veren anlatımı ile etkilendiğim bir kitap '' Burgazada Sevgilim ''.  ADALI Yayınları tarafından yayınlanan kitap 197 sayfa.
   Kitabı ısrarla okumanızı önererek ve kitabın bölümlerini belirterek yazımı bitiriyorum.
İyi okumalar... Burgazada sizleri bekliyor...

1- Kasap Kiryako'nun Evi,
2- Sütçü Pandeli ve Sülalalesi,
3- Dilber Marta,
4- Arkadaşlıklar,
5- Bakkallar,
6- Medeni Bey Bahçesi,
7- Benim '' Sinema Paradiso '' m,
8- Ada Keyifleri,
9- Eftik Yaya,
10- Komşular,
11- Kale,
12- Selahahttin Amca,
13- İlginç Ritüeller,
14- Yanko,
15- İzzettin Bey'in Evi,
16- Kaludis Laskari,
17- İskele,
18- Paradisos,
19- İndos,
20- Kalpazankaya,
21- Fırıncı Koço ve Bahçevan Taso,
22- Seyyar Satıcı Nostaljisi,
23- Adalar Netamelidir,
24- Teras Cafe ve Müfit Abi,
25- Todori,
26- Esma,
27- Arapoğlu'nun Evi,
28- Hilda,
29- Garbis Usta,
30- Zaman,
31- Bulmacacı Amca...  Garbis Baba...
32- Albüm 

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder