YOLUN BİTTİĞİ YERE DOĞRU MENDERES DELTASI'NDA YOLCULUK ... (AYDIN)
İyon uygarlığının efsane kentlerinden keşfedilmemiş Rum köylerine, renkli Ege pazarlarından şaşırtıcı lagün oluşumlarına kadar sayısız sürpriz gizleyen Menderes Deltası'nın sırlarını keşfetmek için İzmir'den yola çıktım. Torbalı üzerinden Selçuk'a uzanan yol, Bozdağlar ile Aydın Dağları'nın çevrelediği Küçük Menderes Ovası'nın ortasından geçiyor. Antik Yunan edebiyatının önemli tragedya şairlerinden Euripides'in '' altın topraklar '' olarak tanımladığı, ovayı sarı bir bulut gibi örten sabah pusu, pamuk ve tütün tarlalarını gizliyor.
Bugün ; Selçuk - Ortaklar - Söke - Güllübahçe - Atburgazı - Tuzburgazı - Doğanbey Köyü üzerinden '' Karina '' ya yani '' Yolun Bittiği Yere '' ulaşmak niyetindeyim. Ama yol üzerinde, Büyük Menderes Ovası'nı izleyen İyonya'nın kutsal kenti Priene'yi gezmek istiyorum. Söke'den sonra Samsun Dağı'nın yamaçlarından devam eden yoldan önce Güllübahçe'ye ve sonra 2 km uzaklıktaki Turunçlar Köyü'ne geldim. Köy meydanında biraz mola verdim, karavanı uygun bir yere park ettikten sonra 500 metre yukarıda olan Priene Ören Yeri girişine kadar yürüdüm. Müzekart ile girişin mümkün olduğu Ören yerinin giriş kapısından geçerek antik yollarında yürümeye devam ettim. İonia'nın en etkileyici kentlerinden Priene'de adeta bir düş yolculuğuna başladım. İonialılar ; Atalarından öğrendikleri denizi, denizin yollarını kullanmışlar. Kıtalararası ticaretle zenginleşip, düşünürleriyle bilimlere öncülük etmişler. Başka kültürlerin sanatını benimseyerek, daha da ileriye taşımışlar. Gemileri Ege'de yol alırken, Batı Anadolu'da binlerce yıl görkemini sürdürecek, kültürlerin buluştuğu bir kıyı uygarlığı oluşturmuşlar. Yeni Priene, Menderes nehrinin çamurları nedeniyle M.Ö. 4. yüzyılda Samsun Dağı yamacındaki Teloneia adlı kayalığın önüne taşınmış ve göçlerle Yunan inanç sistemi İonia'ya aktarılmış. Yeni Priene'de mimar Pytheos, baştanrıça Athena için görkemli bir tapınak yapmış. Antikçağın yedi bilgesinden ünlü filozof ve hukukçu Bias'ın kenti olan Priene; '' Anadolu'nun Pompei'si '' olarak da adlandırılıyor, günümüze kadar iyi korunarak kalmış. Priene bugünkü şekliyle M.Ö. 4. yüzyılda Miletoslu ünlü mimar Hippodamos'un planına göre, Helenistik Çağ'ın en güzel kentlerinden biri olarak kurulmuş. Naulokhos adlı ve onun limanı durumundaki eski kentin yeri henüz bulunamamış.
Kentin ana tanrıçası Athena adına yapılan ve İon düzeni tapınaklarının en güzel örneği Athena Tapınağı, dünyanın yedi harikasından Halikarnassos Mausoleumu'nun mimarı Pytheos tarafından inşa edilmiş ve deniz kenarında bulunan tuzlalardan elde ettiği tuz geliri ile de oldukça zenginleşmiş.M.Ö. 133'de Pergamum Kralı II. Attalus'un ölümünden sonra toprakları kendi isteğiyle Roma'ya eklenir ve böylelikle Priene Roma egemenliğine altına girer. Bizans döneminde şehir piskoposlukmuş. Bulgular İmparatorluğun çöküşüne kadar yerleşimin devam ettiğini kanıtlamakta. Bu dönemin sonunda ise, Priene tamamen terk edilmiş.6 * 11 sütunlu İyon düzeninde inşa edilen Athena Tapınağı'nda 24 yivli sütunlar kullanılmış. Vitrivius, '' De Architectura '' adlı kitabında İyon tapınaklarına örnek olarak bu tapınağı vermektedir.Roma çağında gerçekleştirilen değişikliklere rağmen Helenistik geleneği korumuş olan Priene Tiyatrosu'na geldim.M.Ö. 3. yüzyılda inşa edilmiş. Toplamda 50 sıralı bir cavea ile 5000 kişi kapasiteli olan tiyatro da Cavea 6 kerkidese sahip, prohedria ve tente delikler gözlemleniyor.
Proscene 21 metre uzunluğunda ve 2.74 metre genişliğinde. Scene 2 katlı, bugün sadece alt katı görünüyor.
Scenenin her iki katında da üçer oda bulunuyormuş ve alt kattaki odalar birer kapı ile prosceneye açılıyormuş. Bugüne kadar gördüğüm Antik Kent tiyatroları arasında en iyi korunmuş scene olduğunu düşünüyorum.Bu mermer koltuklarda oturmayı da ihmal etmedim... Yetkinlerin ya da asillerin, gösterileri izlerken kullandıkları bu koltuklar, bugün bile çok özel. Seyirci sıraları sahne ile birleşiyor.
12 İyon kenti olan Milet, Priene, Myus, Efes, Kolophon, Eritrai, Klazomenai, Foça, Samos, Kios, Teos ve Lepedos'un meydana getirdikleri dini ve siyasi birliğin toplantı merkezi olan '' Panionion '' , Priene'nin sınırları içinde kalıyor ve buradaki törenleri Priene'liler yönetiyorlarmış. Bu da Priene'nin önemini daha çok arttırmış.
Ayrıca M.Ö. 6. yüzyılda Priene'de antik çağın yedi bilgesinden birisi sayılan filozof ve hukukçu '' Bias '' yaşamış. (Antik çağda bilim ve sanata yön veren yedi bilge ; Milet'li Thales, Priene'li Bias, Girit'li Epimenides, Atina'lı Solon, Sparta'lı Khilon, Korint'li Periandros ve Syra'li Pherekydes olarak kabul ediliyor.)
Tiyatronun kulisinden, sahne ve seyirci platformuna bakış çok etkileyici.Tiyatronun en üst basamaklarına çıkarak bir süre oturdum. Elimdeki kaynaktan öğrendiğim bilgilere göre, Priene Kenti'nin çok canlı olduğu yılları hayal etmeye çalıştım...'' Afrika kıtasının fildişi ve abanoz, Arap Yarımadası'nın sakız, tütsü gibi ham ürünleri, Filistin kıyısının camı, Mezopotamya'yı yaratan Fırat ve Dicle nehirleri boyunca Anadolu'dan inen döküm gibi yetenek ürünleri, Mısır'ın fayansları ... Tümü 2 bin 800 yıl önce Doğu Akdeniz'in bir kıyısında organize oluyor ve bir gemiye yükleniyor. Ve bu gemi batının ılıman sularına, İonia kentlerine doğru yol alıyor. Eski Tunç Çağı'nda saraylar arasında alışverişler biçiminde gelişen denizyolunun bu ucunu İonialılar tuttuğu için gemiler dönüşlerinde de boş olmuyorlar. Derlenmiş güzel yünlüler, keçe, baş döndürücü şarap, resimlenmiş çömlekler, günlük ağacının hoş kokulu dalları ya da reçinesi gibi sayısız Ege ürünü, doğudaki limanlara gönderiliyor. ''Antik kentleri gezerken hepimiz birtakım duygulara kapılır, geçmişi düşünürüz. O devirdeki insanların sevgilerini, tasalarını, sevinçlerini hayal ederiz.
Ancak, Priene'yi gezerken, caddelerinde ve sokaklarında yürürken bu duygular daha yoğun hissediliyor.
Priene'de gençlerin eğitildiği ve spor yaptıkları iki de gymnasion yapısı bulunuyor. Bunlar Aşağı ve Yukarı Gymnasion adlarını alıyor.
Şehir, '' grid sistemi '' ile inşa edilmiş. Genellikle 3.5 metre genişlikte olan şehrin yan sokakları arazinin eğimli olması nedeniyle merdivenli olarak yapılmış.
Resmi ve halka açık diğer binalar çoğunlukla bir bloğun tamamını kapsıyor ve şehir merkezinde yer alıyorlar. Tanrıça Athena için kentin en hakim yerine yapılan, önünde Athena'nın altın ve fildişinden heykeli bulunan tapınağının günümüzde yalnız bir bölümü ayakta. M.Ö. 334 yılında Büyük İskender'in kente geldiği ve hala yapımı devam eden Athena Tapınağı'nın bitirilmesi için finansal destek verdiği söyleniyor. Priene halkı bu desteği karşılıksız bırakmamış ve Büyük İskender'in şerefine bir ev inşa etmiş. Büyük İskender'in Evi olarak adlandırılan yapının bugün sadece kalıntıları görülüyor.

Bouleuterion (M.Ö. 200) ve Prytaneion, Priene'nin en iyi korunmuş yapılarından. Bu iki yapı '' Polis '' adı verilen antik kent devletinin yönetimi ile ilgili en önemli kamu binaları. Antik dönemde yaygın olduğu şekilde Bouleuterion ve Prytaneion Priene'de de birbirine bitişik olarak kent merkezinde ve Agora'nın yanında inşa edilmişler. '' Boule '' adı verilen kent meclisinin toplandığı Bouleuterion'da yaklaşık 500 üye bir araya gelerek kararlar alıyormuş.Bouleuterion yapısının birebir örneğinin Mannheim Üniversitesi'nde Patoloji anfisi olarak inşa edildiği biliniyor.
Priene'de ana caddelerin yanında birçok da sokak bulunuyor. Kentin sur duvarları son derece sağlam durumda. Ünlü Athena Tapınağı gibi kent suru da Priene'nin M.Ö. 4. yüzyılda kuruluşundan hemen sonra meydana getirilmiş. Kentin savunma yapısı günümüzde arazide her yerde iyi görülebiliyor. Sur duvarı 380 metre yükseklikteki Akropolis (Teloneia) de dahil olacak şekilde tüm yerleşimi 2.5 km uzunluğunda çevreliyor ve böylece Priene'nin en büyük yapısını oluşturuyor. Duvarlar doğuda ve batıda Teloneia kayalarının duvarına rastlayarak kesintiye uğramakta ve kentten yaklaşık 200 metre yükseklikte üçgen tepe platosunu çevreleyerek tekrar devam ediyor. Kuleler arasındaki uzun düz duvarlar dışarıdaki araziye nazaran daha yüksek düzenlenerek Priene'li savunmacıların düşmana yukarıdan bakabilmesi sağlanmış. Kalınlığı yaklaşık 2.40 metre olan sur duvarları ortalama 6 metre yükseklikte korunmuş.
Helenistik Priene Kenti, Mykale'nin kayalık dar topraklarında binlerce yıldır tutunmaya devam ediyor. Priene'nin arkasındaki dağa çok daha sonra Bizanslı mülk sahibi Sampson'dan ötürü Türkler, Samsun Dağı adını vermişler. Dağın Menderes'e bakan güney yüzü, kuzeye göre daha taşlık. Doruklardan baharın sonuna dek tatlı suların inmesine karşılık burun kesiminde yeraltından tuzlu sular fışkırıyor. Güney yüzü gün ışığını öylesine güzel biriktiriyor ki, buradaki iklim öteki yerlerden hep farklı olagelmiş. Hatta bu yüzden bir Datça hurması kümesi, Mykale'nin ucundaki Karine kıyılarına tutunmuş. Priene Antik Kenti'nin Doğu Nekropolü'nün (Mezarlığı) etkileyici anıtsal kapısına doğru ilerliyorum. Priene sur duvarlarında kesin olarak dört, hatta belki beş kapı ve bir çok geçit bulunuyormuş. Doğu Kapısı ve kentin diğer ucunda bulunan Batı Kapısı (limana giden yol üzerinde) günümüzde iyi korunmuş durumdalar. Bunların sadece üst kısımları ve kapı kanatları eksik. Benim geçtiğim Doğu kapısının üst kısmının, kemerle örtülü olan geçiş kısmı iki kule ile korunuyormuş. 
Priene Antik Kenti'nde geçen güzel zamandan sonra '' Yolun bittiği yere '' gitme zamanı geldi. Karavanım ile tekrar yola çıktım. Turunçlar'dan sonra sırasıyla karşıma çıkan Atburgazı ve Tuzburgazı köylerinin tepeleri, kekik ve adaçayı ile kaplı. Yunanca kökenli bir kelime olan '' burgaz '' , küçük kent anlamına geliyor. Köylerin ilki, adını atlarının bolluğundan, ikincisi ise tuz göletlerinden almış. Tuzburgazı'ndan hemen sonra Doğanbey'e gelmeden dağ yönüne ayrılan tali yol, Eski Doğanbey köyüne çıkıyor. Güllübahçe'ye 13 km uzaklıktaki köy, Samsun Dağı'nın Karina lagününe bakan güney yamacında kurulmuş.Doğanbey'den Dilek Yarımadası'nın ucuna uzanan asfalt yol, beni Karina (Dil) Gölü kıyısındaki balıkçı barınaklarına götürüyor. Ovanın bittiği noktada ise kilometrelerce sığ bir deniz başlıyor. Denizden ince uzun bir kordonla ayrılan Karina'nın mavi suları, ufuk çizgisinde gökyüzünün sonsuzluğuna karışıyor.Buradaki gözlem kulesinden doğanın ve denizin kokusunu içime çekiyorum. Muazzam manzaradan etkileniyorum.Yaklaşık 25 kilometrekarelik bir alana yayılan göl, Menderes Deltası kıyılarında kuzeyden güneye sıralanan üç ayrı lagünün en büyüğü. Uşak ve Afyon çevresindeki dağlık bölgeden doğup 584 km'lik bir yolculukla Ege Denizi'ne dökülen Büyük Menderes Nehri, taşıdığı alüvyonla ovalara bereket dağıtırken, bir yandan da limanları ovaya, koyları göle, sahilleri bataklığa çevirmiş. 23 milyon yıldır durmaksızın '' çalışan '' nehir, her yıl 6 - 7 metre kadar denizi doldurmaya devam ediyor ...13 bin hektarlık alana yayılan Menderes Deltası'nın kuzey kıyılarından, Dilek Yarımadası'nın ucundaki Dil Burnu'na geldim. Yolda her viraj, karşıma yeni bir manzara çıkardı. Girişte uygun yere karavanı park ettim.Burada yol, karakol burnunda bitiyor. Bundan sonrası ise askeri bölge.
Burada yol bittiği için yıllar önce kendimce '' Yolun Bittiği Yer '' olarak adlandırmıştım ... İlk defa 2003 yılında geldim Karina'ya. Aydın'da bir Maden İşletmesi'nde görev yaptığım dönemde, Aydınlı iş arkadaşlarımızın anlata anlata bitiremedikleri Karina Dil Burnu'na özellikle kutlama yemekleri için çok defa geldik. O dönemlerde sadece '' Karina Restoran '' vardı. Son on yıldır yolum, yolun bittiği yere düşmedi...Karina'ya her mevsim gelirdik. Kış aylarında geldiğimizde tarihi taş binasının içinde, şömine ateşinin ısıttığı muazzam atmosferinde unutulmaz anlar yaşadık.Mevsiminde masaları deniz kıyısında, bir adımla denize ayak basacak kadar yakın olur. Lagünden yakalanmış en taze ve en iyi balıklar da zaten buradadır...Son on yılda restoran sayısı artmış, eski gümrük binaları restore edilmiş ve kafe - restoranlar açılmış. Büyük Menderes coğrafyasının doğal güzelliğini yansıtan Karina, 1900'lü yıllarda bir ticaret limanıymış. Dilden dile günümüze ulaşan hikayeye göre de, dönemin en popüler Rum tüccarının kızının adı olan Karina, sahile adını vermiş. Rumlar, bölgeden topladıkları zeytinyağı, bal, hububat, tütün, şaraplık üzüm gibi ürünleri buradaki limandan diğer adalara gönderirlermiş.
Şimdilerde sahilde gemilerin yerini, balıkçı tekneleri ve kafe - restoranlar almış.Keyifli bir günün ardından akşam olmak üzere. Karavana döndüm.Güneş dağların arkasına gizlenirken söylenecek tek söz : Yolun sonu güzelliklere açıldı ... oluyor.Güneşin batışını Karina'da izledikten sonra geceyi burada geçirmek ve sabah güneşin doğuşuna tanık olmak niyetindeyim. Ancak gecenin ilerleyen saatinde araç trafiği arttı ve müzik sesleri de yükselince planımı değiştirdim. Her şeyin değiştiği gibi Karina'da; eskinin şirin, huzurlu atmosferinden turistik ve bilindik yerlere dönüşmek üzereydi...Gece yola çıkarak 15 km uzaklıktaki Güllübahçe'ye 2 km mesafedeki Turunçlar Köyü'nün meydanına geldim ve karavanı park ettim. Ne kadar doğru karar verdiğimi sabah daha iyi anlıyorum. Priene Antik Kenti'nin hemen altında bulunan Turunçlar Köyü çok güzel bir yer. Kahvaltımı karavanda yaptım. Gece karanlığında karavanı öyle bir yere park etmişim ki : Yeni hikayelerin tam önündeyim... Priene Antik Kenti kazıları için 1890 yılında buraya gelen Alman Arkeoloji Enstitüsü ekipleri tarafından inşa edilen '' Su Kulesi '' yeşilliklerin içinden görünen bir sürpriz oluyor.Çok eski yıllarda yapıldığı belli olan su kulesi etrafındaki park ve havuz, doğanın içinde kaybolmuş gibi duruyor. Zamanın tanığı olan su kulesi ve çevresini doyasıya dolaştım, seyrettim.
Priene Antik Kentinin gölgesindeki Turunçlar Köyü'nün içini gezdim.
Güllübahçe ve Turunçlar'a 1922 yılında Balkan ülkelerinden getirilen Türkler yerleştirilmiş.'' Priene Kazı Evi '' 1890'lı yılların tanığı olarak, Turunçlar Köyü'nde karşıma çıkan bir tarihi yapı oldu. Kazı evinin girişindeki pano da gördüğüm eski görüntü dikkat çekici. '' 1895 yılında Osman Hamdi Bey, Alman kazı ekibi Başkanı Arkeolog Wiegand, Scrader, Siemens ve kızı '' görülüyor.Çınar ağaçlarının gölgelediği sevimli çay bahçeleri arasında dolaşıyorum.Sabahın erken saatlerinde kimseler yok. Kediler, köpekler ve benden başka...
Turunçlar'ın güzelliklerine veda edip Samsun Dağı'nın yukarılarındaki eski bir Rum Köyü'ne gitmek için yola çıktım.Güllübahçe'ye asıl cazibesini kazandıran, tepelerinde sakladığı eski Rum köyü. Güllübahçe'nin içinden geçerken fark edilmeyen köye, Çaybaşı Kıraathanesi'nin yanından ayrılan 2 km'lik dik yokuşu izleyerek karavan ile çıktım.Nar, zeytin, incir ve mandalina ağaçlarıyla kaplı dar bir vadinin içinde gizlenen köy, 70 yıl kadar önce terk edildiği için bozulmaya fırsat bulamamış. Köye adını veren gülleri her yerinde görüyorum. Yaz başı geldiğinde, yüzyıllardır olduğu gibi köyü gül kokuları saracak.Begonvillerin süslediği taş duvarlarla çevrili köy meydanında Aziz Nikolaos Kilisesi, çoktan kaderine terk edilmiş..Yüksek taş duvarları ve kilitli demir kapısı, kilisenin bahçesine ve içine girmeye imkan vermiyor. Ancak içeride göreceklerimi biliyor gibi olduğumdan demir kapının üzerinden çıkıp kilise bahçesine girme isteğim ağır basıyor...
Kilisenin bahçesinde ilginç olan bir yapıya doğru yöneliyorum.Kilise bahçesinin köşesindeki kare planlı yapının içinde yer alan kuyunun içinde, ağzına kadar insan iskeleti dolu !!!Tüyler ürpertici bu görüntü, bir toplu mezara ait değil. Hristiyan mezarlıklarda yeni gelenlere yer açmak için topraktan çıkarılan kemiklerin konduğu yere '' Osteofılak (Kemiklik) '' deniyor. Topraktan çıkartılan kemikler bazı kiliselerde özel olarak hazırlanan yerlere, bazı kiliselerde de burada olduğu gibi ayrı bir yapıya alınıyormuş. Kilisenin güneyinde bulunan bu yapı, bahçe duvarına bitişik 5 * 4.35 metre ölçülerinde iki katlı olarak inşa edilmiş. Alt kat kemiklerin bulunduğu bölüm, üst kat ise kutsal eşyaların konduğu mekan.
Gelebeç Aziz Nikolaos Kilisesi, 1821 yılında aynı yerde bulunan bir başka kilisenin üzerine, Hristiyan aleminin en önemli azizlerinden Aziz Nikolaos (Noel Baba) adına Gelebeçli Rumlar tarafından inşa edilmiş.İki kademeli bahçe içinde yer alan kilisenin dıştan dışa ölçüleri 25.90 * 12.85 metre. Doğu - Batı yönünde dikdörtgen plana sahip, 2 apsisli ve 2 nefli olması da çok dikkat çekici ... Önünde narteksi ve narteks üzerinde çan kulesi yer alıyor.Kilisenin içi, muhteşem tavan süslerini gözlerimin önüne seriyor. Ancak bir bölümü de harap durumda.Bu olağanüstü mimariye sahip olan kilise, tüm görkemiyle ayakta olmasına karşın ilgisizlikle de karşı karşıya ...20. yüzyıl başlarında Gelebeç, 5000 Rum yurttaşın yaşadığı bir köymüş. 1955 depremi sonrası, şu an viran durumda görünen döneminde cumbalı, verandalı evlerin ahşapları sökülüp aşağıda oluşturulan Güllübahçe'nin damlarında kullanılmış...Günümüzde Güllübahçe'nin Gürsu Mahallesi olarak bilinen Gelebeç, 18. yüzyılda kurulmuş bir yerleşim yeri. Gelebeç için, 1751 yılında Yunan adalarında meydana gelen şiddetli deprem sonrasında oluşmuş bir yerleşim yeri de denilebilir. Osmanlı Devleti, bu depremden mağdur olan bir kısım Rum yurttaşı bu bölgeye getirmiş. Gelebeç'teki iki mahallenin varlığı biliniyor. Aşağı Gelebeç'te Türkler yaşarken, Yukarı Gelebeç'te ise Rumlar yaşıyormuş. Türklerin ve Rumların Gelebeç'teki birlikte yaşamları 1922 mübadelesi ile son buluyor.1955 yılında bölgede gerçekleşen deprem ve heyelan tehlikesi sonrası, yukarı mahallede yaşayanlar ovaya doğru yayılan bugünkü Güllübahçe'yi oluşturmuş. Sadece kilise ve çevresindeki evler kalmış. Kilisenin bahçesinden çıktım. Biraz bozulmuş olsa da, kilisenin ön kısmının meydan olduğu anlaşılıyor. Seven Nişanyan, 2000 yılında yazdığı '' Eski Güllübahçe '' başlıklı yazıda bu meydandan '' ... Ege'nin batı yakasının en güzel köy meydanı burada. 40 - 45 yıl önce terk edildiği için bozmaya fırsat bulamamışlar. Azman nar ve incir ağaçları altında, uyuyor ... '' diye söz ediyor.
Nişanyan'ın sözünü ettiği 1955 depreminde boşalan evler, kilisenin ardındaki yamaçta görülüyorlar.
Nar, incir ve mandalina ağaçları da hala yerli yerindeler ... Bulunduğum yerden görülen manzara muhteşem. Söke Ovası'nın yeşil görüntüsünü aşıp Bafa Gölü'nü çevreleyen Beşparmak Dağları'na, oradan da Ege Denizi'nin turkuaz konumuna kadar görebiliyorum.Kilisenin biraz ötesinde bulunan Gelebeç Cafe - Restaurant'ın adını çok duymuştum. Ama böylesine güzel bir yerde olduğunu doğrusu bilmiyordum. Hoş bir karşılaşma oldu.Özel lezzetlerinin olduğunu duyduğum bu mekan mevsim gereği kapalıydı.Gelebeç Cafe - Restautant'ın terası, bu doyumsuz manzarayı izleyebilmek için muhteşem bir verandaya sahip.Gelebeç Köyü'nün biraz daha yukarılarına yürüdüm.Ünlü tarihçi Heredot'un yöre için '' burada yaşayan insanlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altına ve en güzel iklime sahip yörede kurmuşlar '' sözlerine hak veriyorum.Gelebeç'te bulunduğum anlarda, yakın dönemin izlerini yakalayabildiğim bu eski yerleşim yerini görmenin yanı sıra, Aşağı Büyük Menderes Havzası'nın muhteşem coğrafik konumuna tanık oluyorum.Yolun çağrısını dinleyerek yeni coğrafyalara doğru tekrar yola çıkıyorum...
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder