Sayfalar

10 Eylül 2025 Çarşamba

 YILDIZ 'DAN FINDIKZADE 'YE 39 YIL ÖNCESİNDEKİ GİBİ GİTMEK ... (İSTANBUL)

1986 yılında Endüstri Meslek Lisesi, Motor Bölümü'nden mezun oldum. Üniversite sınavlarına girdim ve Yıldız Üniversitesi, Makina Mühendisliği Bölümüne girmeye hak kazandım. 39 yıl önce İstanbul'da geçecek dört yıla ilk adımımı attım. Yıldız Üniversitesi'nden mezun olduğum 1990 yılından günümüze kadar; iş gezileri ya da özel gezilerimiz ile çok defa İstanbul'a geldim. Ancak; üniversiteyi kazandığım yıldan mezun olduğum yıla kadar, İstanbul ile tanışıyor olmanın verdiği ve sonrası orada olmanın getirdiği ilk heyecanları hiç unutmadım. Fındıkzade semtinde kaldığım devlet yurdu olan '' Niğde Yurdu '' ndan '' Yıldız Üniversitesi '' kadar yolculuklarım, yurt ve üniversite çevresinde arkadaşlarım ile anılarımızın izini sürmek için düşündüğüm bu özel geziyi 14 - 15 / Temmuz / 2025 tarihlerinde gerçekleştirdim. İzmir'den şehirlerarası otobüs ile önce Alibeyköy terminaline sonra da servisleri ile Beşiktaş'a geldiğimde sabah saat 06.30 'u gösteriyordu. Beşiktaş Çarşı içinde gezerek ve Beşiktaş sahilinden, İstanbul boğazının güzelliklerini uzun süre seyrettikten sonra '' Barbaros Bulvarı '' nın yokuşundan yürüyerek Yıldız Üniversitesi'nin Yıldız Sarayı bölümündeki giriş kapısına geldim.
Yıllar önce defalarca girdiğim kapıdan içeri girince, aşina olduğum muhteşem doğal güzelliklere sahip bahçeye adım attım. Aklıma hemen o anda, Sait Faik Abasıyanık'ın '' Sarnıç '' hikayesinin başlangıcındaki sözleri aklıma geldi...
'' Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin lisesi, zaman geçtikçe daha canlı, daha berrak hatıralarla bize döner, bizi tekrardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf olduk... Ön avlusu, aynı zamanda burunları, kolları kırık heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin gezindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başkalarına bıraktık. Bir daha buraya ömrümüzün sonuna kadar talebe olarak giremeyeceğimizi bile bile. Bu müthiş bir şeydi ! Biz ne kadar seviniyorduk !.. Sanıyorduk ki mütemadiyen bir güzel şeyi geride bırakarak, bir daha ona sürünemeyecek, onun içine giremeyecek, bir anı bir daha yaşayamayacaktık.
   Önümüzde hayat ... Her gün bir başka uykuya yatıp  bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu... ''
Bu yol, Yıldızlıların ifadesiyle '' Sarmaşıklı Bina '' ya da '' A Blok ''a çıkıyor.

Sarmaşıklı Binanın 1967 yılından bir görüntüsü. Çok değişmeden günümüze kadar gelmiş olması sevindirici.

Sarmaşıklı Binanın hemen önündeki '' Sarmaşıklı Kamelya '' çok defa zaman geçirdiğimiz, güzel anlar yaşadığımız yerlerdendi...
Aynı şekilde duruyor. Ancak, daha bir güzel olmuş gibi geldi...

Yıldız Teknik Üniversitesi'nin de bulunduğu Beşiktaş tepesindeki koruluk, ilk kez I. Ahmet tarafından küçük bir köşk yaptırılarak avlanma amacıyla kullanılmış. II. Abdülhamid tahta çıktığında, kardeşinin ve amcasının saltanatına son verildiği Dolmabahçe Sarayı'nı güvenli bulmadığından , 1877 yılında Yıldız Sarayı'na taşınmış.
Yıldız Sarayı, Beşiktaş'ta sahilden başlayarak kuzeybatıya doğru yükselip sırt çizgisine kadar tüm yamacı kaplayan yaklaşık 500.000 metrekare yüzölçümü olan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünü.
Bu birleşimin önemli yapıları arasında yer alan Hünkar Dairesi (Valide Sultan Köşkü veya Hünkar Sofrası adıyla da anılıyor.) 1937 yılında Yıldız Teknik Okulu'nun kurulmasıyla okula verilmiş ve bugün Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlük Binası olarak kullanılıyor.
A Blok önündeki hayat kurtaran fotokopicinin kutsal yolunu yürümeyen yoktur. Ders notlarından tutunda okuma paketlerindeki makalelere kadar her şeyi bulabileceğiniz, çoğu zaman öğrencilerin hayatını kurtaran güzel fotokopici yolu. Burada bir banka ve Ptt şubesi ile berberde bulunurdu. 
Çukur Saray (Hanım Sultanlar Dairesi), Bekar Sultanlar, Şehzade Köşkleri, Sünnet Köşkü, Damatlar Dairesi, Agavat, Kiler-i Hümayun da Yıldız Üniversitesince kullanılıyor.
39 yıl öncesindeki gibi Sarmaşıklı Binanın kapısından içeri girdim.
O günlerdeki heyecanları yaşamaya başladım. Girişten itibaren katlara çıkan merdiven basamaklarının ortalarının, yılların hareketliliğinden dolayı aşınmış hallerini görmek bile beni mutlu ediyor.
Geniş camların aydınlığının getirdiği huzur ve yeşile açılan manzarası beni eskilere alıp götürdü... Yaz Dönemi olduğundan öğrenciler yoklar. Onlar tatildeler ama eski bir öğrenci olarak, sakinliğin ve sessizliğin ortasında anın tadını çıkarıyorum.
Sarmaşıklı Binanın ders gördüğümüz, sınavlara girdiğimiz sınıflarına girdim. Sıralara oturdum, o günlere gittim...
Vilayet Nafıa İdarelerinin '' Fen Memuru '' (eski adıyla kondüktör, yeni adıyla tekniker) gereksinimlerini karşılamak amacıyla 1911'de Kondüktör Mekteb-i Alisi adıyla, Paris'teki '' Ecol De Conducteur ''ün müfredat programı esas alınarak Bayındırlık Bakanlığı'na bağlı bir okul kurulmuş ve okula öğrenci kaydına 22 Ağustos 1911'de başlanmış. Yıldız Teknik Üniversitesi bu adım ile kurulmuş.

Ders sırasında pencerelerden içeriyi giren aydınlığın verdiği huzur tarifsizdi. Her mevsim bir başka güzel olan ve gözlerimizi ayıramadığımız bu görüntülere dalıp gittiğimiz çok olurdu. Sıraya oturdum ve yine dalıp gittim...
19 Aralık 1936 tarihinde Nafıa Fen Mektebi kapatılarak yerine teknik okul kurulmuş. 2 yıllık fen memuru ve 4 yıllık mühendislik bölümleri olan okula Yıldız Sarayı müştemilatından, bugün de kullanılmakta olan binalar tahsis edilmiş ve buraya taşınılmış. 1969 yılında Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademileri yasasıyla özerkliği olan yüksek dereceli bir öğretim ve araştırma kurumu olarak kurulmuş. 1982 - 1992 yılları arasında Yıldız Üniversitesi adıyla devam etmiş. Ben de bu yıllarda öğrenim gördüm. 1992 yılından sonra ise '' Yıldız Teknik Üniversitesi '' adını almış.
Bazen, B Blokta da ders görürdük. Yüksek bir yapı olan B Bloktaki dersliklerin terasları İstanbul güzelliklerine açılırdı.

O sınıflardan birine gidip terasına çıkıyorum. Ve, o manzara tekrar karşımda...
Kız Kulesi, Adalar, Tarihi Yarımada ve boğazın nefesleri kesen manzarası buradan muhteşem görünüyor...
Yıldız Üniversitesi 114 yıldır hep burada. Ve her yıl yüzlerce gence kapılarını açıyor. Bu kadar yıldır bir çok öğrenci buradaydılar, bu kapılardan geçtiler, mezun oldular.
Burada geçirdiğimiz zaman çok değerliydi. Yıllar çabucak geçip bir anda kaybolup gidecekti. Bu nedenle, o yılların değerini bilmeye çalıştım...
Orta bahçede bulunan '' Tonoz '' buluşma mekanıydı. Tarihi bina, dolup taşar ve gençlik heyecanlarıyla birlikte çok farklı bir atmosfere sahip olurdu.
Mimarlık Fakültesi, A Blok ve B Blok arasında bulunan '' Tonoz Kafe '' genelde oldukça kalabalıktı ve Yıldız Burgeri ile ünlüydü. Arkadaşlarınıza mutlaka rastlayacağınız yer olduğundan, kampüse gidildiğinde mutlaka uğranılması gerekirdi...

İlk defa bu kadar sessiz halini görüyordum. 
Dekorasyonu değişmişti ama tarihi yapısından ve ruhundan hiç bir şey kaybetmemişti.

Bir çay aldım, bahçesinde bir masaya geçtim ve geçmişin anılarına tekrar döndüm...

Atölye ve laboratuvar uygulamaları için kampüsün kuzeyindeki '' kuşluk '' bölümüne giderdik. Bu bölüme gidiyorum...

Endüstri Meslek Lisesi, Motor Bölümü mezunu olduğum için en sevdiğim dersler uygulamalı atölye dersleri olurdu. Prof. Raif Durak, Prof. İrfan Yavaşlıol, Prof. Dr. Orhan Deniz gibi çok değerli hocalar burada Makina Mühendisliğinin en önemli ve değerli pratiklerini yaptırırlardı.
Mimari özellikleri ve tarihi yapılarıyla buradaki büyük binalar zamanın bir yerlerinde kalmışlar. Yine aydınlık, yine huzur verici ve değerliler...

Mimarlık Fakültesi Binasına doğru yürüyüşe başladım.

Su nilüferleriyle kaplı havuz ve rektörlüğe doğru yürürken sol tarafta Yıldız Sarayı duvarı dibindeki küçük havuz, gözlerden uzak sohbet etmek için, bilenin sürekli kullandığı romantiklerin mekanıdır... 
Bir başka sosyal mekan ve buluşma alanımız Mimarlık Fakültesi önündeki geniş meydandı.

Bu güzel binanın etkileyici girişi ve merdivenlerinden çıkıyorum.
Ord. Prof. Emin Onat; Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi'nin kurucusu. 1940 yılında Emin Onat tarafından inşa edilen bina onun uygulanmış ilk eseriymiş. Emin Onat, Anıtkabir'in de mimarlarından.
Mimarlık Fakültesi'nde arkadaşlarım vardı. Bu binaya da sık sık gelirdim. Şimdi merdivenlerinden çıkıp katlarında yürümeye devam ediyorum.

Üniversitenin farklı bölümleri tarafından kullanılan Yıldız Sarayı köşkleri arasında dolaşmayı ihmal etmedim.


Son olarak, mezun olmadan önce 1989 yılında inşaatı biterek açılan ve şimdi Gemi İnşaatı ve Denizcilik Fakültesi olarak hizmet veren girişteki binaya girdim.
Burada, çok olmasa da derse girerdik.
Yıldız Üniversitesi'nde neredeyse yarım gün zaman geçirdim. Anılara yolculuk yaptım. Uzun zamandır düşündüğüm bu gezi bana çok iyi geldi. Restorasyon nedeniyle; '' Camlı Botanik Kafe '' , '' Tarihi Rektörlük Binası '' , '' Küçük Havuz '' , '' Çukursaray '' , '' Yaverler Köşkü '' , '' Hünkar Dairesi '' , '' Agavat Dairesi '' binalarını gezip göremedim. Ancak üniversiteme yaptığım bu gezi, yıllar sonra tekrar buluşma gezisiydi. Restorasyonlar bittiğinde ve öğrenciler olduğunda, canlı haline bir günü ayırıp detaylı bir yazı ile tarihe not düşmek istiyorum...
Yıldız Teknik Üniversitesi' nin güneyinde, Beşiktaş tarafında bulunan kapısı '' Yıldız Hamidiye Camii '' ya da '' Yıldız Camii '' ne bakar. II. Abdülhamid tarafından 1885 - 1886 yılları arasında yaptırılmış. Oryantalist ve neo - gotik unsurlar ile dönemin beğenisine göre seçmece bir anlayışla yapılan Yıldız Camisi, göz alıcı ve Yıldız Sarayı girişine yakın, Barbaros Bulvarı'nın kuzeyinde yer alıyor. 
Padişahın Cuma Selamlığına geldiği bu camii tarihte bir çok olaya da sahne olmuş. II. Abdülhamid'in ahşap işçiliğine ilgi duyduğu, Yıldız Sarayı'ndaki marangozhanesinde boş zamanlarda çalıştığı ve çeşitli eşyalar ürettiği biliniyor. Yıldız Camisinin hünkar mahfilinin sedir ağacından yapılan kafesleri II. Abdülhamid'in el işçiliği...
Üniversiteden çıkıp Beşiktaş'a giderken kullandığımız yoldan yürümeye başladım. Yokuş aşağı yürüyüşü oldukça keyifli olan bu yolun, çıkışı da bir o kadar zorludur.
Yolun bitişindeki '' Yahya Kemal Parkı '' ya da '' Serencebey Parkı '' İstanbul Boğazı'na yüksekten bakan bir konuma sahip.
Bu güzel parkta da hala hatırladığım güzel anılarımız var...
Park içinde '' Yahya Kemal Beyatlı '' nın heykelinin bulunması nedeniyle daha çok, Yahya Kemal Parkı olarak bilinir.
Yahya Kemal, '' Bir Başka Tepe'den '' şiirinde ;

'' Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul !
Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul !
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.. ''

mısralarında ifade bulduğu gibi en güzel yerlerinden birinde İstanbul'a bakmaya devam ediyor...
 

Beşiktaş Çarşı'ya geldim. Karadeniz Döner / Asım Usta'nın Yeri, 1973 yılından bu yana burada. Beşiktaş Çarşı, Yıldızlıların toplanma yeridir. Çok fazla olmasa da kendimizi ödüllendirmek için Karadeniz Döner'e giderdik.
Yıllardır hem kendisi hem de lezzeti değişmeyen Karadeniz Döner, İstanbul'un ve belki de Türkiye'nin en popüler dönercilerinden biri. Önünde neredeyse sıranın hiç eksik olmadığı bir yerdir ama sıra hızlı ilerliyor.
Bekleyenlerin çoğu elde yemek için veya paket yaptırmak için bekliyor. 39 yıl önce arkadaşlarımızla yaptığımız gibi mekanın üst katında oturarak yemeyi tercih ediyorum. İstanbul Beşiktaş semtinin simgesi olmuş olan ve her zaman tıklım tıklım olan dükkanın üst katı çok şirin. Rize'de eczacı kalfası olan Asım Usta, İstanbul'a gelince dönercilik yapmaya başlamış. Sabah 06.30 - 07.00 gibi döner takılmaya başlıyor. 52 yıldır bu işi yapan Asım Usta'yı döner keserken görmek mümkündür. Ancak bugün onu göremedim. Dönerin terbiyesi ise aile mirası ve bu tam bir sır olarak kalıyor.
Etin aroması, kesimi, lezzeti her zamanki gibi mükemmel... Yanında getirdikleri tombik pide ise sıcak, yumuşak ve çok tazeydi. Pide alt kattaki fırınlarında yapılır ve dönerin yanında sıcak sıcak servis edilir.
Karadeniz usulü ve parça et tarzında döner sevenler için kesinlikle denenmesi gereken bir lezzet. Özel çelik bardaklarda servis edilen, soğuk açık ayran ise bir başka güzel ve lezzeti tamamlıyor. Her sabah asılan ve 100 kiloluk kuzu - dana etinden yapılan döner, kısa zamanda tükeniyor. Geç kalmamakta fayda var. Bu zamanda işine emeğine bu kadar sadık olan, hakkını veren lezzetler ve değişmeden aynı kalmayı başarabilen mekanlara saygı duyuyorum. Döner çok lezzetliydi. 39 yıl öncesine yaptığım bu nostalji yolculuğunun ilk lezzet durağında, bu harika yere uğramış oldum...

Beşiktaş'tan Fındıkzade'ye olan yolculuğuma devam etmeden önce, yıllardır aklımda olan bir yeri gördükten sonra devam etmek istiyorum. Beşiktaş Barbaros Bulvarı'nın başlangıcında, Yıldız Mahallesinde, Serencebey Yokuşu, Yıldız Caddesi üzerinde bulunan '' Ertuğrul Tekke Cami '' ...
Yıldız Üniversitesi'ne bu kadar yakın olan bu tarihi değeri büyük camiye, üniversite yıllarımda bir defa gittiğimi hatırlıyorum. Sonraki yıllarda Caminin tarihteki yeri ve önemi ile ilgili bilgileri öğrenince Ertuğrul Tekke Camisini detaylı gezme isteği oluştu. Bu gezi için en uygun zaman olduğunu düşünüyorum...

Sultan II. Abdülhamid; bilime, kültür ve sanata verdiği önem ve yaptırdığı şaheserlerle de farkını gösteren bir padişah... Okumayı ve tefekkür etmeyi çok seven padişah, tasavvufa da yakınlık gösterir. Hükümdarlığı boyunca kendi hazinesinden pek çok cami yaptırır. Beşiktaş'ta yer aşan Ertuğrul Tekke Camii, padişahın yaptırdığı eserler arasında farklı bir yer ediniyor.
Padişah II. Abdülhamid bu mabedi 1887 yılında Şazeli Tarikatının ileri gelen şeyhlerinden, Şeyh Hamza Zafir Efendi adına yaptırır. Bu muazzam eserin içerisinde; cami, tekke, kütüphane, misafirhane ve türbe bulunuyor. Farklı mimarisiyle göz alıcı güzellikte olan caminin adı, Osmanlıların atası Ertuğrul Gazi'den ve Abdülhamid'in Domaniç yöresi Türkmenlerinden oluşturduğu Ertuğrul Alayı'nın ibadetine tahsis edilmesinden geliyor.  1896 yılında II. Abdülhamid tarafından Osmanlı'nın baş mimarı olarak tayin edilen Raimondo D' Aronco, 1905 - 1906 yılında caminin batı tarafına türbe, kitaplık ve çeşme ilave eder.
Yıldız Sarayı'na çok yakın bir konumda bulunan cami, İslam aleminin çeşitli bölgelerinden gelen alimleri de ağırlamış. Rivayete göre yapılış amaçlarından biri, İslam dünyasının liderliğini elinde bulunduran Osmanlı'nın prestijini göstermektir. Mimari yapısında Batı üslubu hakim. II. Abdülhamid, binanın inşasına nezaret etmesi için, o zamanlar Mabeyn-i Hümayun müşiri olan Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'yı görevlendirmiş.

Caminin içerisi tamamen ahşap. Cami, II. Abdülhamid için çok özelmiş. Camide Padişaha özel bir oda bulunuyor. 

Caminin üst katında yer alan II. Abdülhamid'e ait odaya sultanın haricinde kimde girmez. Burada tefekkür ve ibadetle vakit geçirirmiş. Sultanın burada devlet işlerini yürüttüğü de görülüyor. Hafiye teşkilatından gelen bilgileri zaman zaman burada alırken, vezirleri ve misafirleriyle de görüşür. Yine padişah, zaman zaman cuma selamlığına buradan çıkarmış...
Padişah, Ertuğrul Camisine geldiği zaman kendisine ayrılan kapıdan camiye girer. İçeriye girdikten sonra caminin üst katında yer alan arz odasında halkı dinler. Sonrasında kendisine ayrılan mahfile çıkarak namaz kılar. Namaz sonrası yine aynı kapıdan çıkar ve caminin arkasında yer alan geniş bahçede halkı selamlarmış.
Cami, bir suikast girişimine de sahne olur. Devlete zarar vermeye çalışan kimseler, Sultan Abdülhamid'i öldürmek için pek çok suikast girişiminde bulunur. Bu teşebbüslerden biri Ertuğrul Tekke Camii'nde gerçekleştirilmeye çalışılır. Gelen ihbara göre, Padişah cuma namazına geldiğinde suikast tertiplenmiş. Fakat alınan önlemler ve suikastın duyulması nedeniyle böyle bir olay gerçekleşmez.

Tekke, Osmanlı'nın yönetim merkezi olan Yıldız Sarayı'na yakındır. Altı adet yapılan '' Vükela Dairesi '' saraya gidip gelen nazırların dinlenmesi için varmış. Bu tekkede başka yerde bulunmayan    bir oda da görülüyor. '' Şehzadegan Dairesi '' olarak adlandırılan bu odada, padişahın çocukları yani şehzadeler bulunur. Ayrıca bu odalar, geleceğin padişahlarının güvencesi için ayrı bölümlerde yer alıyormuş.
İyi bir marangoz olan II. Abdülhamid, inşa ettirdiği eserleri kendi eliyle yaptığı parçalarla donatır. Ertuğrul Tekke Camii de II. Abdülhamid'in el emeği ürünlere ev sahipliği yapıyor.
Vaaz kürsüsünün yanı sıra kadınlar mahfilinin kafeslerini de bizzat yapar...
Mihrabında yer alan resmin ve simgelerin ise birçok anlamı var. Tepedeki hilal ve yıldız Osmanlı bayrağını ifade eder. Yıldıza doğru gelen oklar, İslam dünyasının Osmanlı'da birleştiğini simgeliyor. Okların dışarıya yönelen kısmı ise her şeyin Osmanlı'dan yayıldığını ifade eder.
Ertuğrul Tekke Camisinin muhteşemliği ile adeta büyülendim... Beşiktaş İskeleye doğru yürümeye devam ettim. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi ve anıtını inceledim.

Beşiktaş Çarşı, Yıldızlıların buluşma yeridir. Ama daha çok Beşiktaş taraftarlarının toplanma ve eğlenme yeridir. İnönü stadındaki her maçtan saatler önce taraftarlar burada toplanır, yer ve içerler. Daha sonra gruplar halinde Dolmabahçe Sarayı arkasındaki çınar ağaçları ile gölgelenmiş anıtsal yoldan stada akıp giderler.

Beşiktaş Çarşı, her zaman canlı her zaman popülerdir.

Ben Galatasaraylıyım... Ama Yıldız Üniversitesi'nin Beşiktaş'ta bulunması ve buradaki anılarım nedeniyle Beşiktaş'a sempatim vardır. Beşiktaşlılar için kutsal olan bu yolda, Dolmabahçe Sarayı'nın yakınından stada doğru yürüyüşe geçtim...

Üniversite yıllarımda Dolmabahçe Sarayı konusunda uzman olmuştum... Kütahya'dan gelen aile büyükleri ve arkadaşlarım için düzenlediğim turun, kültür ayağında Dolmabahçe Sarayı mutlaka olurdu...

Bu defa, dış kapısına ve saat kulesi yakınına kadar gidip bir süre izledikten sonra Kabataş'a doğru yürümeye başladım.
Kabataş İskelesi'nin karşısında, benim için önemli olan bir yer var... 1986 yılı Ağustos ayı başlarında babam ile üniversiteye kayıt için Yıldız'a beraber geldiğimizde, bu tarihi sebil kafe de oturup bir şeyler içmiştik. Buradan her geçtiğimde gözüm mutlaka burayı arar ve görünce çok mutlu olurum. Hiç değişmediğini gördüğüm için çok sevindim...
Mimar Sinan Üniversitesi'nin önünden geçtim.
Kabataş'ı geride bıraktım. Salıpazarı'na geldiğimde Galataport içine girdim. 2015 - 2018 yılları arasında görev yaptığım Doğuş İnşaat'ta, Galataport Liman İnşaatında görev yaptım. Galataport'un rıhtımından, boğaz esintileri ve enfes görüntüleri eşliğinde yola devam ettim.
Her adımımda tarih, değerli eserleriyle gözümün önünden geçit yapmaya başladı...
Nusretiye Camii ve Saat Kulesi.. I.Mahmud' un mimar Krikor Balyan'a yaptırdığı Nusretiye Camii, baroktan ampir üsluba geçişi yansıtıyor.


Tophane Kasrı; Abdülmecid'in yaptırdığı kasrın tasarımı, İngiliz elçilik binası inşaatı için İstanbul'a gelen Mimar William James Smith'e ait. 1850'lerde yapılan kasır, Nusretiye Camii, saat kulesi ve Tophane Çeşmesi'nin de bulunduğu meydanı süslüyor.
Kılıç Ali Paşa Camisi; Tophane Camii olarak da biliniyor. Külliye; medrese, sebil, türbe ve hamamdan oluşuyor. 1850'de Mimar Sinan tarafından yapılmış. Banisi; Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa. Caminin hemen yanı başında bulunan Tophane Meydan Çeşmesi, I. Mahmud tarafından 1732'de yaptırılmış. 

Osmanlı Dönemi'nin '' Tophane-i  Amire '' si... Fatih tarafından 1453'te kurulmaya başlanan top döküm atölyesi, yıllar boyunca yeni binalarla genişlemiş. Şimdiki zamanın, Tophane-i Amire Sanat Merkezi..
Kendimi bir anda '' Kemankeş Sokağı '' nin girişinde buluverdim. Burası başka bir dünyaya açılan bir kapı gibidir...

Kemankeş Sokağı, yıllar önünce üniversite yıllarımda bu kadar canlı ve hareketli değildi. Sonradan Karaköy'ün popüler yerlerinden oldu.
Galata eskiden beri pek çok yabancı tüccar ve elçinin İstanbul'a ilk ayak bastığı yer. Osmanlı Devleti egemenliğinde olduğu tarihlerde Galata'da karaya çıkan ziyaretçiler, kendi ülkelerinin adını taşıyan iskeleler yoluyla karaya yanaşır ve yine kendi ülkelerinin adını taşıyan geçit ya da kapılar yoluyla şehre girerlermiş. Kemankeş Sokağı üzerinde zaman geçirmekten keyif aldığım ve bu bölgeye geldiğimde mutlaka uğradığım yer : '' Fransız Geçidi '' dir. Fransız Geçidi adı da, karaya çıkan Fransızlar ile Fransız ürünlerinin bu geçit yoluyla şehre girmelerinden dolayı verilmiş.
Geçit, İstanbul'da neoklasik üslupla yapılmış ilk binalardan. Geçidin yapım tarihi, 1860 olarak belirtilmiş. Yapı uzun süre önce, Erzurumlu Narmanlı ailesi tarafından satın alınmış. 1992'de başlayan restorasyonla yenilenmiş.
Kemankeş Caddesi cephesindeki kapının alınlığı üzerindeki madalyonda orijinal '' Cite Française '' yazısı, onun altında ise yakın zamanlara ait '' Fransız Geçidi İş Merkezi '' yazısı okunuyor.

Galata ve Karaköy sınırları arasında kalan tarihin en yakın tanığı olan yüzlerce eser var. Bu bölgede yürüyüşüm her zaman olduğu gibi yine yavaşlıyor. Çünkü tarihi yapılara bakmak, hayranlıkla incelemek bu yürüyüşlerimin hızını düşürür.


Karaköy ve bölgesinin her sokağında, caddesinde muazzam bir tarih yatıyor. Ne yana baksanız farklı bir hikayeyle ve mimari yapıyla karşılaşmak mümkün. bugün, Karaköy'ün ve Galata'nın derinliğine dalmak gibi bir düşüncem yok. Yolumun üzerinde hikayesi olan bir yere uğrayıp devam edeceğim.
Karaköy'de Voyvoda Caddesi ve Banker Sokağı'nın kesiştiği noktayı bir araya getiren '' Kamondo Merdivenleri '' 1870 ve 1880 yılları arasında yapılmış. Kamondo Merdivenleri ismini dönemin ünlü ve varlıklı ailesi olan Kamondo Ailesi'nden alıyor. Ailenin büyüklerinden Abraham Salomon Kamondo bu merdivenleri yaptırıyor. Sonrasında merdivenler halk tarafından Aşıklar Merdiveni olarak da isimlendiriliyor.
Fotoğraf meraklılarının ilgi gösterdiği Kamondo Merdivenlerini de ardımda bırakıp Galata Köprüsü'ne doğru yürümeye devam ettim.

Karaköy Rıhtımı bölgesinden Galata Köprüsünü bir süre seyrettikten sonra tramvaya bindim. Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli, Aksaray, Haseki ve Fındıkzade duraklarını geçerek Şehremini'ye geldim, burada tramvaydan indim.
Üniversite yıllarımda, Kredi Yurtlar Kurumu'na bağlı olan '' Niğde Yurdu '' nda dört yıl kaldım. Yurtta üç öğün yemek vardı. Ancak akşam yemeğini biraz zayıf bulduğumuzda gittiğimiz bir tek adres vardı. '' Şafak Lokantası '' ... Şafak Lokantası'nın güzel yemeklerini hiç unutmadım. Yıllar önce Fındıkzade'ye geldiğimde Şafak Lokantası'nı yerinde bulamayıp üzülmüştüm. Aradan geçen 39 yıldan sonra bazı şeyler eskisi gibi kalmayabiliyor. İstanbul'a yola çıkmadan önce Şafak Lokantası'nı ve akıbetini araştırdım. Sonunda buldum.
1975 yılında Ömer ÖZEN' in Fındıkzade'de Vezir Caddesi'nde '' Şafak Lokantası '' ismi ile kurduğu bu güzel lezzet durağı 1994 yılı Mart ayına kadar aynı yerinde hizmet vermeye devam etmiş. Bu tarihten sonra eski yerine çokta uzak olmayan Başvekil Caddesindeki yeni yerlerine taşınmışlar. Yarım asrı geçen müşteri memnuniyetini, dededen toruna geçmiş şekilde devam ettiriyorlar. Yeni isimleri '' Kardeşler Pide Kebap '' olmuş. Gözlerim 39 yıl öncesinin eski bir lezzetini aradı. Efsane '' Acılı Et '' i görünce çok sevindim.
Güveçte hazırlanan acılı et, adının hakkını verecek kadar acıdır ve buraya özgüdür. Yanında gelen sıcacık pideyi kendi fırınlarında hazırlayıp servis ediyorlar.
Her lokmada acılı et beni eskilere götürdü. Bazı şeylerin değişmediğini görmek ne güzel diye düşündüm...
Yeni kuşak sahipleriyle tanıştım. Benim bildiğim zamanlarda mekanın başında dedelerinin olduğunu anlattılar. Şafak Lokantası'nın eski yerinin ne olduğunu sordum. Eski yeri tarif ettiler. Yemekten sonra eski yere gitmenin heyecanını duymaya başladım...
Vezir Caddesi'nden Sümbül Efendi yönüne doğru (Marmara Denizi karşımda olacak şekilde) yürümeye başladım. Kısa bir yürüyüşten sonra Şafak Lokantası'nın eski adresine geldim.
Şafak Lokantası, uzun yıllar önce yeni adresine taşınınca burası Perdeci olmuş. Perde dükkanı sahibine selam verip tanıştım. Ona, eski yıllarımızda Lokanta olan bu mekana gelişlerimizi anlattım. İçeriye davet etti ve çay ikram etti. Şafak Lokantasına bu kapıdan girilir. Önce uzun bir koridordan devam edilir, sola doğru çok geniş bir salona açılırdı. Sağda bulunan tezgahta birbirinden güzel yemekler bulunurdu. Şafak Lokantası, yöreleri olan Safranbolu'nun mutfak kültürünün güzel örneklerini keyifle sunardı. Bu küçük kapı büyük bir lezzet dünyasına açılırdı... Dükkanın içini gezdim, geçmiş yılların anılarını tekrar yaşar gibi oldum... Sahibine teşekkür ettim, vedalaştık. Artık '' Şafak Lokantası '' nın eski yeri ve yeni yerlerini bulmanın verdiği mutlulukla '' Vezir Caddesi '' üzerinde yürümeye devam ediyorum.
Fındıkzade ve Kocamustafapaşa semtlerinin özellikle bu caddeleri, 1950'li yıllarda Anadolu'nun özellikle Kastamonu ve Kayseri gibi yörelerinden gelen ve yerleşen insanların ailelerinden oluşur. Tabi ki: İstanbul'un yerlileri de burada bulunur. Herkesin birbirini tanıyabildiği İstanbul'un özel semtlerinden biridir. Özellikle akşam saatlerinde bu cadde ailelerin hep birlikte gezdikleri, güzel ve eski mekanlarında yemek yedikleri, bir şeyler içebildikleri, alışveriş yaptıkları İzmir'in Kordon'u benzeri bir hal alır. Binalarını görünce kendinizi 1950, 60, 70'ler de gibi hissedebilirsiniz.
İstanbul'un bilinen yerlerine alternatif olarak; Fındıkzade'nin bu güzel caddelerine bir gezinizde yer verirseniz çok memnun kalacağınıza eminim... Bu kuyumcu çarşısının bulunduğu geçit beni İstanbul'un tarihi öneme sahip bir yerine çıkaracak...
İstanbul'un önemli dini merkezlerinden biri olan '' Sümbül Efendi Türbesi '' ve '' Sümbül Efendi Camii '' avlusunun girişine geldim.


Kocamustafapaşa Külliyesi içerisinde Sümbüliyye şeyhlerinin yanı sıra hattat ve askeri sınıfa mensup birçok zevatın türbeleri ve kabirleri bulunuyor. Caminin avlusunda açık kapalı birden fazla türbe bulunuyor. Akşam saatlerinde geldiğim için Sümbül Efendi Türbesi kapanmıştı, içerisine giremedim.
Asıl adı Yusuf Sina olan Sümbül Efendi 1452 yılında Merzifon'da doğmuş. Sümbül lakabı kendisine şeyhi Cemal-i Halveti tarafından verilmiş. İstanbul'a gelerek medrese tahsili yapar. Devrin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamidüddin'in öğrencisi olur. Bir arkadaşının vasıtasıyla tanıştığı Halvetiyye tarikatının ana kollarından biri olan Cemaliyye'nin piri Cemal-i Halveti'ye intisap ederek (tarikata girmek, bir şeyhe biat etmek) tasavvuf yoluna girmiş. Sümbül Sinan, hac dönüşü şeyhinin vasiyeti gereği İstanbul'a dönerek kızı Safiye Hatun'la evlenmiş ve Koca Mustafa Paşa Dergahı'nda postnişin (bir tekkenin şeyhi olan kimse) olur.
1494 yılından vefatına kadar, kendi adıyla anılacak olan Koca Mustafa Paşa Dergahı'nda irşad (doğru yolu gösterme) faaliyetini sürdüren Sümbül Efendi cuma günleri, Ayasofya ve Fatih camilerinde vaaz vermiş.

Yavuz Sultan Selim yaptırdığı caminin açılış merasimi sırasında vaaz etme görevini ona vermiş. Bu onun padişah nezdindeki itibarını gösteriyor.

II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yaşamış. Sümbül Efendi'nin vefatından sonra yerine Merkez Efendi postnişin olmuş.
Türbesi Müslümanlar tarafından sık sık ziyaret ediliyor ve evliya olarak kabul ediliyor. 


Burada bulunan '' Sümbül Efendi Camii '' nin aslı, Hosios  Andreas Manastır Kilisesi...

1284 yılında VIII. Mikheal' in yeğeni Teoddora tarafından kızlar manastırı kurularak Hosios Andreos kilisesi yaptırılmış.

İstanbul'un fethinden sonra harap halde bulunan kilise II. Bayezid'in  Veziriazamı Koca Mustafa Paşa tarafından 1489 tarihinde camiye çevrilmiş, yanına medrese, han, imaret, hamam ve çeşme yaptırılıp bir bütün haline getirilerek manastır havasından kurtarılmış.
Caminin içindeki, 6. yüzyıla ait parçalar ve korint tarzı sütun başlıkları, İstanbul'daki erken Bizans mimarisinin karakteristik örnekleriyle benzerlik gösteriyor.

Koca Mustafa Paşa Camisi'nin avlusunda, 2000 yıllık olduğu söylenegelen bir çınar ağacı var ve onun altında da Peygamberimizin torunu ve Fatıma ile Ali'nin oğulları olan Hüseyin'in torunlarının kabirleri bulunuyor.
Ayrıca avlusunda Konstantin'in Müslüman olduktan sonra Sarı Sıdıka ismini alan Katerina ismindeki kızının mezarı da bulunuyor.
Caminin içerisinde heyecanla saklambaç oynayan çocukları görünce şaşırdım. İbadet edenlerin çocuklara hoşgörülü davranışlarının nedenini hemen anlıyorum...

Burası her yönüyle farklı bir cami. Bir süre içinde oturup, güzel mimarisini seyrettim. Çocuklar neşe içinde ve olabildiğince sessiz oyunlarına devam ettiler.

Sümbül Efendi Camisi'nden çıkıp Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin tarihi binalarının da bulunduğu Cerrahpaşa semtine doğru yürümeye devam ettim.

Yine 39 yıl öncesinin mekanlarından birine; '' Bir tatlı huzur '' için '' Parlar Pastanesi '' ne geldim.
1958 yılında Kosova muhaciri Süleyman ve Abdül Parlar'ın kurduğu pastane, ikinci kuşak Fatih Parlar tarafından işletiliyor.
Parlar Pastanesi, eskilerden kim kaldı diyebileceğiniz yerlerden. Cerrahpaşa'nın mazisini hatırlatan bir esnaf dükkanı.
Parlar Pastanesi'nin ; Fatih Sarması, Revani, şekerpare, ev baklavası, kadayıf, tulumba tatlısı, poğaça ve pastaları 68 yıllık tatlı miraslarının çok güzel örnekleri... Kuşaklar boyu değişmeyen reçeteleriyle damakları şenlendirmeye devam ediyorlar. Özellikle Revani ve Fatih Sarma; ailenin köklü ustalığı ile, orijinal tariflerin dışına çıkmadan , sadeliği ve otantikliği koruyarak tatlı severlerle buluşuyor.

Dükkan ilk açıldığında, dedeleri sadece revani yapıp satarken, daha sonra tulumba, ev baklavası, kadayıf da ürünler arasına katılmış. Parlar Pastanesi'ndeki bu tatlı mirasın en önemli özelliği ise memleketleri Kosova'dan gelen orijinal tariflerin, bu dükkanın kapısından dışarıya çıkmaması... 
Ürünlerinde pancar şekeri kullanılıyor ve sağlığa zararlı herhangi bir katkı bulunmuyor.

Parlar Pastanesi'nden bir dilim '' Fatih Sarması '' alıyorum. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin tarihi binalarını gören bir çay bahçesine gidiyorum. Çay eşliğinde yediğim Fatih Sarması ; '' İşte 39 yıl öncesiyle aynı, değişmeyen lezzet bu ... '' dedirtiyor.
Bir gece önce İzmir'den başlayan otobüs yolculuğu ile hiç uyumadan İstanbul'a geldim. Sabah çok erken Yıldız Üniversitesi ve Beşiktaş'ta başladığım gezi ve yürüyerek yaptığım uzun mesafeler sonrasında Cerrahpaşa'ya kadar geldim. Hava kararmak üzere. Yarın sabah da gezime buradan başlayacağım. Hemen yakında bir otel araştırıyorum. Cerrahpaşa'da yerleştiğim otelin en üst katındaki odama yerleşiyorum. O kadar yorgunum ki ; hemen derin bir uykuya dalıyorum.
Sabah erkenden gayet dinlenmiş olarak uyandım. Çok iyi uyudum. Seçimimin ne kadar doğru olduğunu hemen anlıyorum. Gün doğumunu izlediğim otel odasının küçük terasından, Tarihi Yarımada'nın Cami görüntüleri ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Saraçhane Binası müthiş güzellikte görünüyor.

Şehremini'nin ara sokaklarında dolaşırken, gözden kaçabilecek kadar küçük, ama aklınızda yer edecek bir lezzet durağı var. Burası da 39 yıl öncesinin dostlarından. '' Tarihi Odabaşı Çiğbörekçisi '' . Kahvaltı için burayı tercih ettim. Yaklaşırken enfes kokular gelmeye başladı bile...
Sadece üç masası, sokağa bakan basit cephesi ve içeriye girdiğiniz anda hissettiğiniz o eski zaman havasıyla İstanbul'un hızla modernleşen yüzüne tezat bir yer.
Tarihi Odabaşı Çiğbörekçisi, 1950 yılında az ilerideki Has Odabaşı Camisi'nin yanındaki ilk yerinde açılmış. Orası istimlak olunca 1985 yılında şu anda bulundukları yerde devam ediyorlar. Sahipleri Tatar kökenlidir. Özellikle Pazar günleri kahvaltı için arkadaşlarla geldiğimizi çok iyi hatırlıyorum... Börekler metal tabaklarda, kağıt üzerinde servis ediliyor. Yağlı ellerinizi silmek için kağıt peçeteleri kullanmanız gerekiyor. O zamanlarda da böyleydi. Tıpkı eski günlerdeki gibi...
Ama bu sadelik ile birlikte; sipariş üzerine kızartılan, dışı altın sarısı ve çıtır çıtır, içi ise sulu sulu ve baharatlı olan bu çiğbörek çok güzel ve yoğun bir lezzet sunuyor.
Kıymanın tuzu, baharatı ve soğanı arasındaki denge çok iyi.
Üniversite yıllarımın bir durağı Yıldız Üniversitesi diğer durağı ise '' Niğde Yurdu '' idi. Odabaşı Çiğbörek den 10 dk yürüyüşle yurdumun önüne geldim. Sokaktaki binalar hep tanıdık, hiç değişmemiş gibiler. Çünkü 39 yıldan bu yana aralarında yeni hiçbir bina yapılmamış. Bu çok güzel oldu. 39 yıl öncesine doğal fon oluşmuş durumda...
Ziya Gökalp Sokağı ve Bestekar Rahmi Bey sokağının üzerinde bulunan Niğde Yurdu; 1986 yılında Niğde Valiliği'ne bağlı bir yurttu. Özel bir anlaşma ile Kredi Yurtlar Kurumu'nun yönetimine verilmişti. Anlaşma gereği yurtta kalan öğrencilerin % 70 i Niğdeli öğrencilerdi. Şu ana kadar hiç gidemediğim Niğde'yi, bu güzel Niğdeli arkadaşlarım sayesinde oradaymış kadar öğrenmiştim...
Yıldız Üniversitesini kazandığım kesinleşince Yurt başvurusu yaptım. Ancak, hemen yurt çıkmadı. Yedek listede yer aldığımdan 3 ay kadar Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu'nun Vatan Caddesi başlangıcında bulunan misafirhanesinde kaldım. Bu süre sonunda asil listeden Niğde Yurdu'na yerleştirildiğimi öğrendiğimde yurdun üniversiteye uzak oluşu biraz düşündürse de 220 kişilik küçük kapasitesi ile Niğde Yurdu'nu tercih ettim. Çok da doğru karar oldu. Şirin, sıcak, samimi ve butik bir devlet yurdunda, unutamayacağım anılar ve arkadaşlarla dolu dolu dört güzel yıl geçirdim.
1990 yılında mezun olduktan sonra kapısından çıktığım Niğde Yurdu'nun 35 yıl sonra tekrar önündeyim. Aradan geçen zamanda iki defa yolumu buralara düşürdüm ancak içeriye giremedim sadece dışarıdan yurdu izlemekle yetindim. Çünkü yaklaşık 20 yıl önce Niğde Yurdu, kız yurdu olarak hizmet vermeye başlamış...
Kaldığım odayı nasıl unutabilirim ki ?! Aslında burada bütün odalar bizimdi. Hepimiz birbirimizi iyi tanıyorduk. Odalar arası misafirlik, gidip gelmeler hiç eksik olmazdı...
Bu defa yurdun içine girmeye çok kararlıyım. Yaz tatili olduğu için öğrenciler yok. Dış kapısından 35 yıl sonra ilk adımımı atıyorum. Güvenlik görevlisine buranın çok eski bir öğrencisi olduğumu anlatıyorum. Yurt sorumlusu geliyor, tanışıyoruz. İzin istiyorum. Giriş katına ve  kantin alanına girmeme izin verdiler. Çok mutlu oluyorum. Burada hatıralar gözümün önünden akıp geçti... Bu kadarı da yetti yıllar sonra...
En üstteki etüt katındaki ders çalışmalarımız, en alt kattaki hamam sefalarımız, iftar ve sahur yemeklerimiz, sohbetler, dostluklar, ranza muhabbetlerini unutmak mümkün değil.
Hemen karşı köşede (şu an doğalgaz tesisatçısı olmuş) Afyonlu yaşlı bakkal Abi'ye sabahları taze taze gelen günlük, SEK cam ambalajdaki sütlerden almalarımız, gece geç saatlere kadar açık olan bu bakkal dükkanında o zamanlar ne ararsak bulmalarımız. Yakındaki esnafa sordum. 20 yıldan daha önce bakkal abi vefat etmiş...
Yurdun etrafındaki dükkanlarda zemin katlarındaki yerlerinde et döner yapan yaşlı esnaflar vardı. Sadece öğlen servisleri olurdu. Nefis dönerleri olurdu. Onları tanırdık. Öğlen yemek alternatiflerimiz olurlardı. O sokaklardan da geçtim. Hepsi kapanmış yıllar önce...
100 metre kadar ilerimizde Trabzon Valiliğine bağlı '' Trabzon Erkek Öğrenci Yurdu '' vardı. Burada da arkadaşlarımız olduğundan karşılıklı gitmelerimiz gelmelerimiz çok olurdu. Buraya kadar gelmişken adımların beni Trabzon Öğrenci Yurdu'na götürdü.
Kardeşim Gökhan, 1990 yılında üniversite sınavı için İstanbul'a dershaneye geldi. Gökhan'ı Topkapı Otogarının karmaşasında bulmam ve karşılamam. Trabzon Yurdu'na yerleştirmemiz. İstanbul'da geçen 15 günü. Bu sürede beraber İstanbul gezilerimiz, anılarımız... Her konuşmamızda mutlaka o günleri anarız.

Trabzon Yurdu'nun geçen yıllarda çok iyi restorasyon geçirdiği her halinden belli oluyor.
Niğde Yurduna 200 metre mesafede yanından defalarca geçtiğimiz, içinde yürüdüğümüz, zaman geçirdiğimiz çok farklı ve özel bir yer var.
'' Çukurbostan '' ... Burası adını bir semte vermiş. Çukurbostan Semti adını Yavuz Sultan Selim Camii'nin arkasında bulunan, Bizans döneminden kalma bir açık hava sarnıcı olan '' Aspar Sarnıcı '' ndan alıyor.
Bu sarnıcın suyu zamanla boşalmış ve sarnıç bostan olarak kullanılmış. Günümüzde sarnıcın kalıntıları hala görülüyor.
39 yıl önce Çukurbostan'ın zemini topraktı. Oturma grupları bulunurdu. Semt sakinlerinin geldiği, çocukların devasa alanında oyunlar oynadığı bir yerdi. Fatih Belediyesi zaman içinde Çukurbostan'ı muazzam bir yaşam merkezi haline getirmiş. Başarılı bir peyzaj düzenlemesi olmuş. Ağaçlar büyümüş. İstanbul'da özel bir nefes alma alanı olmuş.
Yürüyüş yolları, koşu parkuru, teniskort, basketbol/futbol/voleybol sahaları, kafeler, havuzlar, sosyal kapalı alanları yapılmış.

Tarihi devasa sarnıcın içindeki yürüyüş parkurunda yaptığım sabah yürüyüşü doyumsuzdu...

Bizans döneminden kalma bu açık hava sarnıçları, uzun yıllar boyunca içme suyu depolamak için kullanılmış. Geçen yıllar, bu sarnıçların diplerini verimli bir toprak tabakası ile doldurmuş. Zamanla açık hava sarnıçları kullanılmaz olunca, halk buralarda biriken mümbit toprak tabakasında sebze-meyve yetiştirmeye başlamışlar.


Bu sarnıçlar boşken derin çukurları andırdıkları ve sebze-meyve bahçesi olarak kullandıkları için halk arasında Çukurbostan adıyla anılmaya başlanmış.

Burada bu güzel yürüyüşü yaparken : '' Yürüyüş içinde yürüyüş yapıyorum... '' diye düşünüyorum.

Çukurbostan'a, sağa ve sola uzanan uzun bir rampa yoldan iniliyor. İniş rampasının altında kapalı yönetim alanları ve Yadigar Kahvesi bölümü de bulunuyor.
Geçmişte, Fındıkzade'den Cerrahpaşa'ya gittiğimizde buradaki tarihi binalar özellikle dikkatimizi çekerdi. Bunlardan birisi metruk haliyle daha çok dikkat çekiciydi. Yakın dönemde basında ve televizyonlarda bu tarihi yapının restore edildiğini duyunca hemen gezi planıma dahil ettim.

Bolulu Habib Bey Konağı, bilinen adıyla Bulgur Palas, 20. yüzyıl İstanbul sivil mimarisinin özgün örneklerinden biri.

Fatih ilçesinde, şehrin yedinci tepesi olarak bilinen Kocamustafapaşa Tepesi'nde yer alan bu görkemli yapı, dönemin Bolu Milletvekili Habib Bey tarafından inşa ettirilmiş. 

'' Bulgur Palas '' adının kökeni, tahıl ticaretiyle zenginleşen ve kamuoyunda '' Bulgur Kralı Habib Bey '' olarak tanınan Mehmet Habib Bey'e dayanıyor.
Yıllar öncesinde çok merak ettiğim binanın şimdi içindeyim...

1912 yılında inşa edilen yapının İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından tasarlandığı düşünülüyor.

Mimari özellikleriyle, Mongeri'nin de öncülerinden biri olduğu Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın dikkat çekici bir örneğini temsil ediyor.

Ancak, konağın inşa sürecinde büyük maddi yük altına giren Mehmet Habib Bey, borçlarını ödeyememesi nedeniyle yapıyı 1926 yılında Osmanlı Bankası'na devretmek zorunda kalmış.

Uzun yıllar Osmanlı Bankası'nın arşivi olarak kullanılan yapı, aynı zamanda banka çalışanlarının konutu olarak da işlev görmüş. 2001 yılında Osmanlı Bankası'nın özel bir bankaya devredilmesiyle birlikte konağın mülkiyeti de el değiştirmiş.
Kent sakinlerinin erişimine kapalı özel bir  mülk olarak varlığını sürdüren yapı, 2021 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alınarak İstanbullulara yeniden kazandırılmış.


Restorasyon süreci ve yeniden işlevlendirme çalışmaları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Miras tarafından üstlenilen Bulgur Palas; kütüphanesi, çok amaçlı etkinlik alanları, sosyal mekanları ve seyir terasıyla 2024 yılında kamusal bir yaşam alanı olarak İstanbul'a armağan edilmiş.

Bulgur Palas'ın en üst kulesinin terasına çıktım. İstanbul'un doyumsuz manzarasını uzun uzun seyrettim.

Tarihi Yarımada'nın kültür ve sanat odaklı bu yeni yapısı, dünyaca ünlü fotoğraf ajansı Magnum Photos ile İBB arasındaki kalıcı işbirliği kapsamında sergilere ev sahipliği de yapıyor. Bulgur Palas'ın katlarındaki bu fotoğrafların her biri insanı düşünmeye sevk edecek kadar özgünler...
Tarihi Yarımada'yı, Marmara Denizi'ni, Üsküdar ve Kız Kulesi'nden Adalar'a kadar İstanbul'u göz alabildiğine gören bu binada olmaktan çok mutluyum.

Beş katlı görkemli yapının içinde yer alan Bulgur Palas Kütüphanesi, 1190 metrekarelik alanı, 150 kişilik kapasitesi ve 25.000 eserlik derlemesiyle okurlarını ağırlıyor.

Üç normal kat, bodrum kat ve çatı katının dışında bir de kulesi bulunan yapıda incelikli düşünülerek bir araya getirilen birçok estetik detay göze çarpıyor. Girişteki mukarnaslı sütun başlıkları, cephedeki sivri kemerli pencere açıklıkları, geniş saçaklı kulesi, bitkisel kompozisyonlu çini şeritler ile Selçuklu dönemine atıfta bulunan yıldız motifleri ile dönem üslubunun en belirgin özellikleri arasında yer alıyor.

Bahçesinde oturdum. Buradan da eşsiz görüntülere tanık oldum.
Bahçesinde, İstanbul Kitapçısı ve Beltur Kafe de bulunuyor.
Bulgur Palas'a giriş ücretsiz. Parlar Pastanesi'nin çok yakınında bulunuyor.
Cerrahpaşa'dan, Kızılelma Caddesi üzerinden Fındıkzade'ye doğru yürümeye başladım. Niğde Yurdu'nun yakınlarına geldim. 39 yıl öncesinde sık sık gittiğimiz bir mekanın önündeyim. 
Kosova'nın Gora bölgesinden gelen Goralı ailesi 1945 yılında Ankara'da ilk dükkanlarını açmışlar. Sonrasında İstanbul'a gelip 1961 yılında Fındıkzade de büfe açarak meşhur Goralı'yı İstanbullularla tanıştırmışlar.
Her zamanki gibi güler yüz ve içtenlikle karşılıyorlar. Yeni kuşak da işe dahil olmuş.
Arnavut ciğerli olanından istedim. Çok küçük hazırlanmış Arnavut ciğerinin üzerine havuç ve patatesten oluşan özel goralı püresi ve en üste de turşu konularak hazırlanan sandviç çok güzeldi.

Dükkana adını veren Goralı da ise; sandviç ekmeğinin içi ve dışı ızgarada ısıtılıyor. İçine Goralı Köftesi (içeriği sır gibi saklanıyor),  ve fıstıklı salam konuluyor. Bunların üstüne havuç ve patatesten oluşan özel goralı püresi ve en üste turşu konuluyor.

Çeşit seçenekleri oldukça fazla. Hepsi de farklı tatlar sunar. Bu seçenekler; Goralı, Ciğerli, Kadınbudu Köfteli, Patates Köfteli, Sucuklu, Sosisli, Salamlı, Kaşarlı, Yengen, Füme Dilli, Special ...

Yolunuz Fındıkzade'den geçerse mutlaka Goralı'ya uğrayın derim.

Goralı, Fındıkzade de Kızılelma Caddesinin hemen başlangıcında bulunuyor.
Burada biz lezzet durağı daha vardır. '' Vardar Köftecisi '' . Balkan kökenli olan bu güzel mekan; köftesi ve kuru fasulyesi ile ünlüdür.
Niğde Yurdu'ndan Yıldız Üniversitesi'ne olan rutin yolculuklarım Fındıkzade otobüs durağından başlardı. Şimdi yine bu duraktayım. Şark Halı, Kilim Halı ve Kervan Halı mağazaları da hala aynı yerlerinde duruyorlar...

1986 yılında metro ve tramvay daha yoktu. Fındıkzade'den Yıldız'a trafiğin sıkışık olduğu günlerde 2 - 2.5 saatte gittiğim zamanları hatırlıyorum. Belediyenin o yıllarda '' Mavi Kart '' uygulaması vardı. Ay başında o aya ait kuponu alır biniş kartımızdaki yerine yerleştirir, her otobüse binişimizde bu kartı şöföre gösterirdik. Bu kart ile ay içinde sınırsız otobüse biniş hakkına sahip olurduk. Mavi kart, öğrenci indirimi ile çok daha cazip hale gelirdi.
Öyle ki : Otobüse biner, çok kalabalık diye birkaç durak sonra iner başka bir otobüse biner yola devam ederdik. (bu durum kendi aramızda bir oyun haline bile gelmişti...) Mavi Kart ile birlikte özellikle hafta sonları Avrupa ve Anadolu yakasının en uzak yerlerine otobüs ile giderdik. Farklı güzergahları denerdik. İstanbul'u Mavi Kart ile çok iyi tanıma imkanı bulduğumu söyleyebilirim...
Bu defa otobüs yerine tramvayı kullanarak Çemberlitaş'a kadar gittim. Buradan Fındıkzade'ye yürüyerek dönme  ve bu bölgedeki anılarımı tazeleme niyetindeyim...
Çemberlitaş Sütunu ya da diğer adlarıyla Yanık Sütun veya Konstantin Sütunu 330 yılında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un yedi tepesinden biri olan ve şu anki adıyla Çemberlitaş olarak adlandırılan semtteki tepeye dikilmiş bir anıtsal sütun. Sütun her biri 3 ton ağırlığında ve 3 metre çapında olan bileziklerle birbirine bağlanmış toplam 8 adet sütun ve bir kaidenin üst üste konulmasıyla oluşturulmuş.
Yurttan üniversiteye gidiş gelişlerimde Divan yolu üzerinde gördüğüm bu görkemli yapı hep dikkatimi çekerdi. Eskiden kapalı olduğu için ve sonraları da restorasyon çalışmaları devam ettiğinden gezme fırsatım olmamıştı.
II. Mahmud Türbesi, Osmanlı Padişahı Abdülmecid'in babası II. Mahmud için İstanbul'da inşa ettirdiği ve sonradan diğer padişah ve Osmanlı Hanedanı üyelerinin de defnedildiği bir türbe. Türbede Sultan II. Abdülhamid'in mezarı da bulunuyor.


1840 yılında tamamlanan türbe; Padişah Abdülmecid tarafından Mimar Kardeşler Ohannes Dadyan ve Boğos Dadyan'a inşa ettirilmiştir. Türbenin yapılması için kullanılan arazi II. Mahmud'un çok sevdiği kız kardeşi Esma Sultan tarafından tahsis edilmiş.
Ampir üsluptaki türbe, beyaz mermerlerle kaplı. Basamaklarla çıkılan türbe sekiz köşeli. Kubbesi kabartma çelenk ve çiçeklerle süslü.
Yapının içinde Hattat Mehmet Haşim tarafından yazılmış mermer bir yazıt bulunuyor. Türbenin içinde kubbeye asılı kristal avize Birleşik Krallık Kraliçesi I. Victoria tarafından gönderilmiş. Kapının iki yanındaki altın yaldızlı duvar saatleri de Fransa İmparatoru III. Napolyon'un hediyesi...

Türbenin yanındaki avlu 1861 yılında hazireye  (türbeye bağlı mezarlık) dönüştürülmüş ve büyük çoğunluğu 1840 - 1920 tarihleri arasında görev yapmış devlet adamları ve yazarlar, şairler bu avluya defnedilmişler.
Burada Osmanlı taş işleme sanatının en güzel örneklerini yansıtan mezar taşları ve lahitler bulunuyor.

Hazire içinde gezerken '' Ziya Gökalp '' in mezarını da gördüm. Doğrusu kabrinin bu hazirede olduğunu bilmiyordum. Tesadüfen fark ettim...
Başucundaki kitabede şöyle yazıyor ; '' Büyük Mürşit Ziya Gökalp burada yatıyor. Öldüğü gün milli bir matem günü oldu. Türk Ocağı onun aziz mevcudiyetini yetiştirmekle mağrur olan vatanın bu toprağına ve mübarek hatırasını kendi kalbine gömdü.
25 Teşrin-i Evvel    Sene : 1924    Gün : Cumartesi    Mimarı : Hikmet İsmet ''
Hazire de dolaşırken, 23 Eylül 2009 da vefat eden '' Şehzade Osman Ertuğrul Efendi '' (Sultan II. Abdülhamid'in torunu, Şehzade Burhaneddin Efendinin Oğlu) nin mezarını da gördüm.
Kapalı Çarşı'ya '' Beyazıt Kapısı '' ndan girdim.
Dünyanın en büyük ve en eski kapalı çarşılarından biri olan Kapalıçarşı'da yaklaşık 4000 dükkan bulunuyor ve bu dükkanlarda toplam çalışan sayısı yaklaşık 25.000 kişi. En yoğun zamanlarında gün içinde 500.000' e yakın insanın gezdiği söyleniyor.
İç Bedesten yapısı Bizans zamanından kalmış. Yeni Bedesten ise 1460 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış. Asıl büyük çarşı ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiş.
Dev ölçülü bir labirent gibi, 30.700  metrekarede 66 kadar sokağı olan bu benzersiz merkez, adeta bir şehri andırıyor. Kapalıçarşı gezmekle bitecek gibi bir yer değil... Benim Kapalıçarşı'ya Beyazıt Kapısından girme amacım, yine 39 yıl öncesinden bir lezzet durağına kısa yoldan gidebilmek içindi...
1969 yılında Ermeni, Levon Tekneci tarafından açılan pastane bölgenin en eski işletmelerinden biridir. Yıllar sonra '' Tarihi Kapalıçarşı Day Day Pastanesi '' ne gelebildim... Yaklaşırken o nefis kokuları takip ederek de burayı bulabilirsiniz.
Elmalı Turtayı, Amasya'dan getirttikleri elmalar ile ..
Paskalya Çöreğini, Sakız Adası'ndan temin edilen malzeme ile ..
Tahinli Çöreğini, Konya Tahini ile ..
Koko Tatlısını Sri Lanka hindistan cevizi ile, Çikolatalı tatlılarını ise Belçika çikolatası ile üretmeye devam eden '' Yaşayan Kültür Mirası '' olarak kabul görmüş bir özel yerdeyim.
Sıcak elmalı turta ve gazoz alıp dükkanın küçük bankosunda; tadının, anın ve dükkanın hareketliliğin keyfini sürüyorum...
Dükkanın içinde nefis; tarçın, elma, kakao, sakız, mahlep ve susam kokularının büyüleyici aroması tarifsiz bir güzellik...
Pastanenin ustası ve sahibi Mustafa Takyan, güler yüzü, müşteriye olan saygısı ve ilgisiyle dikkat çekiyor. Diğer çalışanlar da aynı şekildeler.
'' Dayday '' kelimesi Ermenice '' dayı '' anlamına geliyor.

Yıllar içinde değişmemiş, kalitesini korumuş, hatta daha yukarıya taşımış Day Day Pastanesi, benden yıldızlı not aldı. İyi ki böyle işletmeler yaşamımızda varlar...
Yürüdüğüm sokak sonunda beni Padişah II. Bayezid Türbesine getirdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun sekizinci padişahı olan II. Bayezid 1448 yılında Dimetoka'da doğmuş. Babası Fatih Sultan Mehmed, annesi Gülbahar Hatun. Fatih Sultan Mehmed'in vefat etmesi üzerine 22 Mayıs 1481 tarihinde II. Bayezid tahta çıkar. Padişahlığında ibadete ve hayır işlerine yönelmesi nedeniyle Bayezid-i Veli olarak anılırmış. Şehzadeliğinden beri etrafına ünlü bilginleri toplamış ve kendisini yetiştirmeye çalışmış.
Oğlu Şehzade Selim'in (Yavuz Sultan Selim) tahta geçmek için yaptığı baskılar nedeniyle Sultan Bayezid tahtı oğlu Şehzade Selim'e bırakmış ve Dimetoka'ya çekilmek için yola çıkmış. Uzun süren yolculuğunda Dimetoka'ya varamadan Edirne'de 26 Mayıs 1512 tarihinde vefat etmiş. Sultan II. Bayezid'in cenazesi İstanbul'a getirilmiş ve kendi yaptırdığı Beyazıd Camii'ndeki türbeye defnedilmiş. Türbeyi II. Bayezid'in oğlu Padişah Yavuz Sultan Selim yaptırmış.
39 yıl önce Kitap ve kırtasiye ihtiyaçlarımızı, Cağaloğlu'nda bulunan yayınevleri ile Sirkeci'de bulunan büyük kırtasiye dükkanlarından karşılardık. '' Sahaflar Çarşısı '' ise uğrak noktamızdı. İnternetin, cep telefonlarının, sosyal medyanın olmadığı yıllarda ...
Sahaflar Çarşısı, Beyazıt Sahaflar Çarşısı  ya da İstanbul Sahaflar çarşısı, Fatih'te bulunan ve eski - yeni kitapların satıldığı tarihi bir çarşı.

Beyazıt Camii, İstanbul Üniversitesi, Kapalıçarşı ve Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne olan yakınlığı nedeniyle eskiden bir kültür odağıydı. Zamanla sahafların ve satılan kitapların öncelik ve nitelikleri değişse bile halen sevenlerinin uğrak yerlerinden.

Çarşının iki kapısı bulunur. Biri Beyazıt Camii'nin hemen yakınında diğeri Kapalıçarşı'ya çıkan yola açılıyor.
Çarşı Türk romancılarının da uğrak noktası olmuş. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde dersler veren Ahmet Hamdi Tanpınar '' Huzur '' romanında Mümtaz karakteri ekseninde burayı mekan unsuru olarak kullanmış.
Öğrenciyken buralara geldiğimde ihtiyacım olmasa dahi, Sahaflar Çarşısı'na girer, tarih, edebiyat, kitap kokan atmosferini solurdum...
Sahaflar Çarşısı'nın Beyazıt Camii tarafındaki kapısından çıkınca karşılaştığımız çınar bir efsanedir. Buluşma noktasıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda sahaflık büyük camilerin etrafında yaygınmış. Bunda cami eksenli ticari ve sosyal hayatın getirisi varmış. Evliya Çelebi'nin aktardığı bilgilere göre; eski sahaflar çarşısı Kapalıçarşı içerisinde yaklaşık 50 dükkandan ibaretmiş. 

İstanbul Üniversitesi'nin anıtsal kapısının önündeki geniş meydana da adını vermiş olan Bayezid Camii, Osmanlı klasik dönem mimarisinin erken dönem eserleri arasında gösterilen bir yapı. Semte dağınık bir şekilde inşa edilmiş külliyenin ana elamanı durumunda.
Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmiyor. Mimar Hayrettin, Mimar Kemaleddin veya Yakupşah bin Sultanşah tarafından yapıldığına dair görüşler var.
İstanbul'da orijinalliğini koruyan en eski selatin camii olarak kabul ediliyor. İstanbul'da 1509'da meydana gelen ve '' Küçük Kıyamet '' diye anılan depremden zarar görmüş. Depremden sonra kısmen onarılan caminin onarımını daha sonraki yıllarda tamamlayıp güçlendiren Mimar Sinan olmuş.
İstanbul Üniversitesi'nin ; Hukuk Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, İktisat Fakültesi bölümlerinden çok sevdiğim arkadaşlarım vardı. Onlarla burada sık sık buluşurduk...
İstanbul'da Beyazıt Meydanı'na yolu düşen hemen hemen herkes İstanbul Üniversitesi kapısının önünden mutlaka geçmiştir. Görkemli duruşuyla, uzağından geçenlerin bile bakışlarını yakalar. Kapı Osmanlı döneminde Bab-ı Seraskeri olarak biliniyor. Yani; '' Serasker Kapısı '' olarak biliniyor. Daha açık olarak; '' Askerlerin Başı '' anlamına geliyor.
Belediyenin kafesi olan Çınaraltı'nda bir çay içimi molası verdim. Meydana bakan en güzel yerde soluklandım.

Bir süre sonra Laleli'ye doğru yürümeye başladım.
Üniversite - yurt arasındaki yolculuklarımda mimari güzelliği ile çok dikkatimi çeken bir bina vardı. Restorasyonu mezun olduğum yıllara yakın bitti. Uluslararası bir otel zincirinin bölgeye değer katan bir oteli olarak yıllarca hizmet verdi. Bu harika yapının, her tarihi yapı da olduğu gibi bir hikayesi var... 1918 yılında Cibali'den Fatih'e kadar büyük bir yangın çıkar. 7500 ev yanar. Yangında evlerini, işyerlerini kaybeden kişilerin barınma ihtiyacını karşılamak için hem apartman hem de toplu konut niteliğindeki '' Tayyare Apartmanları '' nın yapılmasına karar verilir. Mimar Kemaleddin Bey tarafından inşa edilen evler, o yıllarda yangından zarar görenler için yapılmış ve '' Harikzedegan Apartmanları '' olarak adlandırılmışlar. 25 dükkan, 124 daire bulunan dört bloktan oluşur. Binaların yapımı 1919'da başlar, 1922'de tamamlanır.
Harikzedegan Apartmanları, Cumhuriyet'in ilanından kısa bir süre sonra ise gelir sağlamak amacı ile Atatürk'ün isteği ile yeni kurulan  Türk Tayyare Cemiyeti'ne (THK) devredilir ve Tayyare Evleri olarak anılır. Alt kattaki dükkanlarda İstanbul'un ünlü baklavacıları ve kebapçıları da kiracı olarak yer alırlar...
Tarihi eserlerin geçit töreni devam ediyor. Laleli Camisi .. (III. Selim Türbesi de burada bulunuyor.)
Padişah III. Mustafa Türbesi ..
Öyle bir yere geldim ki : '' Benim baklavacım dı ... '' diyebileceğim bir yere...
Kaliteli baklava ve tatlılarıyla Laleli'nin özel yerlerinden biriydi '' Hacı Bozan Oğulları ''
Her zaman olduğu gibi, Cevizli Baklava istedim. 
Dekoru da eski yılları yansıtan ve çok değişmemiş olan Hacı Bozan Oğulları, daha önce de bahsettiğim aile üyelerimize hazırladığım, İstanbul Kültür Turlarının tatlı molası yeriydi. Aynı masaya oturdum. Her şey aynı gibi ama lezzet eski lezzet değil... Kötü değil ama daha iyileri çok var diyebileceğim bir baklava tattım.

Amaç, bu ortam da eskileri anmak ve hatırlamak olduğundan mutluluğum devam etti. 39 yıl aynı yerde kalabilmek başarıdır. Umarım, daha sonraki yıllarda da aynı yerde olurlar...

Aksaray'ın tam merkezindeyim. '' Pertevniyal Valide Sultan Camii '' her zaman olduğu gibi bir yıldız gibi parlıyor... Sultan II. Mahmut'un eşi ve Sultan Abdülaziz'in annesi olan Pertevniyal Valide Sultan tarafından yaptırılan cami 1869 - 1871 yılları arasında inşa edilmiş. Planlarını Sarkis Balyan'ın çizdiği, hazırlanmasına Hagop Balyan'ın katıldığı biliniyor. Mimarı Montani dir. Caminin Aksaray Meydanı'na bakan avlu kapısı, İstanbul'daki camiler için pek alışılmadık ve aynı zamanda göz kamaştırıcıdır.
1986 yılında, AVM 'ler henüz yoktu. Giyim ve spor markaları sınırlı ve azdı. Alışverişlerin pasajlardan, mağazalardan yapıldığı yıllardı... Aksaray Yeraltı Çarşısı, İstanbul'da giyim alışverişin sembol yerlerindendi. O yıllarda ünlü markaların mağazalarının bulunduğu çarşı İstanbul'da bir çekim merkeziydi. Yurda yakın olan çarşıya alışveriş için gitmesek dahi gezmek için giderdik. İçinde güzel kafeler vardı. Ya da altgeçit gibi kullanırdık. Karşı yola geçmek için en ışıltılı yoldu. Yıllar yıllar sonra, Aksaray Yeraltı Çarşısına yürüyen merdivenlerinden tekrar iniyorum.


O eski halinden eser kalmamış şimdi. Değişen alışveriş şekilleri, devasa yeraltı çarşısını sönük ve cansız hale getirmiş. Küçük esnafların  satış yaptığı dükkanların olduğu bir yer haline gelmiş.
Aksaray Yeraltı Çarşısı, 1973 yılında hizmete açılmış. O dönemlerde Balkanlar ve tüm İstanbul'un hem ilk hem de en büyük alışveriş merkezi olma unvanını kazanan çarşı, 1975 yılında gerçekleşen büyük yangında 1980 yılına kadar kapalı kalmış. Bu süre içerisinde büyük bir onarımdan geçen ve restore edilen Aksaray Yeraltı Çarşısı, o tarihten bu yana kesintisiz olarak hizmet veriyor.
52 yıldır ayakta olan bu çarşıyı, Aksaray'a araç ile gelirseniz fark etmeyeceksiniz bile ... Çarşının tüm caddelerinde yürüdüm, eski zamanlardaki adımlarımın izini sürdüm...
Aksaray'da Vatan Caddesi ile Millet Caddesi'nin tam kesiştiği yerde bir Camii sessiz sakin durur ... Buradaki yoğunluğa inat huzur adası gibidir. 
Murat Paşa Camisi, Murat Paşa Külliyesi'nin günümüzde mevcut tek yapısı. Cami, medrese, imaret ve hamamdan oluşan bu külliyenin banisi Fatih dönemi ricalinden, Sadrazam Has Murad Paşa'dır. Yapı topluluğunun merkezini oluşturan cami 1471 - 1472' de tamamlanmış. Has Murad Paşa'nın vefatı üzerine inşaatı yarım kalan medrese, Sadrazam Mesih Paşa tarafından 1477 - 78' de bitirilmiş. Mimar Vasfi Egeli'nin denetiminde 1935'te onarım geçirmiş.
Murat Paşa Camii, Osmanlı tabhaneli /zaviyeli cami tipinin İstanbul'daki sayılı örneklerinden.
Caminin bahçesinde bir türbe dikkat çekiyor. '' Oğlanlar (Olanlar) Türbesi '' ...  İstanbul ili Fatih ilçesi, Murat Paşa Mahallesi'nde, Murat Paşa Camisi'nin avlusunda bulunan bu türbe, Sultan Abdülaziz (1861 - 1876) tarafından 1871 yılında yaptırılmış. Oğlanlar Dergahının ilk banisi (kurucusu) olan Yakub Ağa'nın ölümünden sonra Oğlanlar Tekkesi XIV. yüzyılın başlarında yapılmış.
 

1986 yılı Eylül ayı ortalarından Aralık ayı sonlarına kadar, Niğde Yurdu'na geçmeden önce 3 ay kaldığım T.K.İ Kurumu (Türkiye Kömür İşletmeleri) Misafirhanesi'nin olduğu yere geldim. Ama misafirhane ortada yok. Yakındaki esnaftan aldığım bilgiye göre 20 yıl önce bina özelleştirilerek satılmış. Şimdiki hali ise böylesine bir restoran olmuş...
Uzun bir yürüyüşten sonra Kocamustafapaşa Semtine geldim. (Sümbül Efendi Camisi yakınlarına ..) Tarihi Kocamustafapaşa İlkokulu'nun güzel binası önünden geçerek yıllardır listemde bulunan '' Develi Etli Pide '' ye geldim.

Kayseri'nin Develi ilçesinin Türk mutfağına kazandırdığı bir yiyecek var. Develi Cıvıklısı .. Develi Etli Pide, Develi / Kayseri lezzetlerini yaşatmaya devam ediyor.
Taş fırında pişirilen Develi Cıvıklısı çok çok iyiydi. Etin, çift bıçak altında kıyılarak yapılması sonucu etin yağının da çift bıçak darbeleri ile erimesi sonucu cıvığından '' Cıvıklı '' adını almış.
500 yıllık geçmişi bulunan bu güzel lezzet ile tanışmak iyi oldu. Mekan sahibi Mustafa Bey, yıllar önce Develi ilçesinden İstanbul'a gelerek yerleşmiş. Develi Cıvıklısı'nın Coğrafi işarete sahip patentli bir lezzet olduğunu anlattı.
Hatta '' Develi Cıvıklısı '' ile ilgili bir ferman dahi var ...
İkram olarak bir de '' Develi Tahinlisi '' geldi ... İkramın da böylesi ne güzel demekten kendimi alamadım ...

Fırında isi olmayan cinsten meşe ve kızılçam kullanılıyor.

Burayı da sizlere öneriyorum. Ayrıca, Develi / Kayseri de '' Develi Cıvıklısı '' nı yemek için de sabırsızlanıyorum...
İstanbul'dan ayrılmadan önce, daha önce görmediğim tarihi eserleri görmek isteği ile Cerrahpaşa Mahallesi, Ağa Baba Sokağı'nda bulunan '' Davut Paşa Camisi '' ve yöneldim. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, tabhane, çifte hamam, imaret ve çeşmeden oluşuyor.
II. Beyazıt'ın veziri '' Koca Davut Paşa '' tarafından 1485'te yaptırılmış. Konstantinopolis'in fethinden sonra yapılan '' yan mekanlı '' , '' tabhaneli '' veya '' ters T planlı '' camilerin son örneklerinden biri olarak görülüyor.
İstanbul depremlerinden Davutpaşa Külliyesi de büyük ölçüde etkilenmiş ve muhtelif zamanlarda onarım görmüş.
Bursa ekolünden gelen camiler gibi iç mekanın kuzeyinde ve güneyinde ikişer odacıklı küçük mekanlar bulunuyor.

Cami giriş kapısının üzerindeki kitabede yazanlar çok dikkat çekici :  '' Ey kişi, dikkat et. Bu binayı, halifelik halkasında zamanının yeganesi olan Mehmet'in oğlu Sultan Beyazıt'ın, doğruluğuyla meşhur veziri Derviş Davut yaptırmıştır. Bu hayır binası, diğer yapıların en yücesidir. Güvercinler öttüğü sürece Allah da onu korusun. Onu incele, şu güzel tarihine bak : ' Allah, senin sahibini daima saadet ve selamette '  ''  Geleceğe çok güzel bir mesaj gibi ...


Gerçek kalem izleri net olarak görülebiliyor.

Caminin pencereleri ise klasik Osmanlı pencere tipinde altta dikdörtgen formda, üstte ise sivri kemerli alçı şebekeli pencereler şeklinde. Vitrayları ise çok dikkat çekici.
Son cemaat yeri, altı granit sütunun taşıdığı sivri kemerli beş küçük kubbe ile örtülü.

Dışa taşkın mihrabı beş cepheli ve üzeri yarım bir kubbe ile örtülü. Minber ve mihrap oldukça sade.
Koca Davut Paşa; Sultan II. Beyazıt saltanatında 1482 - 1497 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı. 1498 yılında Dimetoka'da vefat etmiş. Davut Paşa Arnavut asıllı. Macaristan ve Venedik topraklarına yapılan akınlardaki başarılarından dolayı Ankara Sancakbeyliğine, ardından da Anadolu Beylerbeyliği görevine getirilmiş. Otlukbeli Savaşında öncü kuvvetlere kumanda etmiş. Aynı yıl Rumeli Beylerbeyliğine tayin edilmiş. 1478'de İşkodra seferinde Jebyak'ı ele geçirir. 1483'de önce vezir, sonra İshak Paşa'nın yerine Veziriazam olmuş.
Türbesinin önüne geldim. Devlette büyük görevler, başarılar, hizmetler ... Yapılan hayır eserleri ve ölümünden yıllar sonra bu eserlerle anılmak. Mütevazi bir türbe...
Türbe kapısı kilitliydi, içeriye giremedim. İçeriyi pencereden görüntüledim.  1497'de on dört yıl sürdürdüğü veziriazamlık görevinden azledilerek 300 bin akçe maaşla Dimetoka'da mecburi istikamete sevk edilmiş. Dimetoka'da 20 Ekim 1498'de öldüğünde 1 milyon düka gibi büyük bir servetin sahibi olduğu kaydedilmektedir.
İstanbul'da geçirdiğin iki gün boyunca yürüdüm, gezdim ve yine yürüdüm. Niğde Yurdu - Yıldız Üniversitesi arasında geçen anılarımın ve geçmişin izlerini sürdüm. Geçmişi hatırlamak her zaman iyi oluyor... Şimdi Esenler Otogarına gitmek için yola çıkıyorum. Önce Vatan Caddesi'ne yürüdüm. Fatih Belediyesi'nin yaptırdığı Kütüphaneyi gördüm. Hala otobüs saatine zaman var. Kütüphane görünce vakit geçirmeden edemem ...

Burada geçirdiğim 1 saat içinde çok değerli kitapları inceledim. Ortam o kadar güzel ki ...


İstanbul'un diğer bölgelerinde bu türden nostalji gezileri yapma sözünü kendi kendime veriyorum. Ne zaman gerçekleşir bilinmez ama, İstanbul Boğazını Avrupa ve Anadolu yakalarından ayrı ayrı yürümek  harika olacak ... 


2 yorum :

  1. Başarılı bir yazı olmuş kutluyorum👏Bizlerde gitmis kadar olduk 😉

    YanıtlaSil