Sayfalar

15 Temmuz 2017 Cumartesi

BİZİM HİKAYECİMİZ; SAİT FAİK ABASIYANIK
''Edebiyatın heves ve arzudan çok,bir iç ihtilalin fışkırması olduğunu unutmadan yaşadı...
Kaleme aldığı öykülerde her türlü hesaptan uzak; salt insan olmanın tasasını ve sevincini satırlarına işledi.Kelimeleri hayata,hayatını kelimelere dönüştüren,başkalarını değil kalbini dinleyen,insanları önyargılarla değil yüreğiyle görebilen çok özel ve farklı bir söz ustasıydı.''
diye başlıyor onu anlatan TRT'nin Portreler programı.
Lise yıllarımda tanıştığım Sait Faik bu güne kadar yaşam görüşüyle ve hikayeleriyle hep benimle oldu..
Portreler programı devamında da onu çok güzel anlatıyor:
Türk edebiyatında gündelik olanı, insana dair küçük hüzün ve sevinçleri daha önce hiç karşılaşmadık biçimde öyküleştiren Sait Faik Abasıyanık, İmparatorluğun en çalkantılı döneminde Adapazarı'nda dünyaya geldiğinde takvimler 18 Kasım 1906 tarihini gösteriyordu..  
Sait Faik,Adapazarı'nın köklü ailelerinden Abasızzadeler'e mensuptu.Babası Mehmet Faik Bey kereste ticaretiyle iştigal ediyor, dedesi Seyyid Ağa şehrin çarşısında kıraathane işletiyordu.Annesi Makbule Hanım vilayetin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Efendi'nin kızıydı.
Sait Faik,ailesinden her zaman sevgi gören,onların ihtimamıyla büyüyen bir çocuk oldu..Mehmet Faik Bey, 1910 yılında tahrirat katibi vazifesiyle Karamürsel'e tayin edilince üç yıl için oğlu ve eşiyle birlikte bu kasabaya yerleşti.İlerleyen yıllarda deniz insanlarını büyük bir iştahla anlatacak olan Sait Faik'in mavi sulara sevdası daha çok küçük yaşlarda Karamürsel'de deniz kıyısında yaşadıkları bu dönemde başladı.Aile 1913 yılında yeniden Adapazarı'na döndü.Sait Faik ilk tahsilini şehirde yabancı dille eğitim yaptığı için gavur mektebi adıyla bilinen Rehberi Terakki okulunda yaptı.Ortaokula Adapazarı İdadi'sinde başlayan Sait Faik,Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve Yunan kuvvetlerinin Adapazarı'nı işgal etmesi üzerine eğitimine ara vermek zorunda kaldı ve işgal sona erene kadar Bolu'da yaşayan yakınlarının yanında kaldı.Sait Faik,işgal sona erdikten sonra yarım kalan okulunu bitirdi.Ailesi,onun daha iyi eğitim alabilmesi için 1924 yılında İstanbul'a yerleşmeye karar verdi.


(Sait Faik eserleri ''Semaver'' kitabı ile başlıyor. İlk kitabı olan Semaver'den başlayarak kronolojik sıraya göre okumak onun gelişimi ve değişimini de en iyi şekilde gösteriyor. Sıraya göre devam etmenizi tavsiye ederim. Kitapları, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanıyor. İş Bankası yayın evlerinde ve kitap mağazalarında bulunuyor.)

Mehmet Faik Bey ve ailesi, Fatih'te Bozdoğan kemeri yakınlarındaki Kirazlı Mescit caddesine taşındı. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi'nde okumaya başladı. Onuncu sınıfta Arapça öğretmeninin sandalyesine iğne koyulması olayı bütün sınıfın İstanbul dışındaki okullara sürgün edilmesi gibi oldukça ağır bir ceza almasıyla sonuçlandı.
Lise öğrenimini sürgün olarak gittiği Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı.
Okulda, sakin tabiatlı ve çoğu zaman bahçede yalnız dolaşan bir genç olarak tanındı.İlkokuldan beri yazmaya eğilimliydi.Bursa Lisesinde bu yeteneği belirgin biçimde ortaya çıktı.Edebiyat dersinde yazdığı 'İpekli Mendil' isimli öyküyü değerlendiren hocası Mustafa Mümtaz Bey, hikayeyi sınıfta yüksek sesle okuduktan sonra ''ilerde bunları yayınlayacaksın daha dikkatli olmalısın'' diyerek onu uyardı ve çok başarılı bir yazar olacağını söyleyerek cesaret vermeyi ihmal etmedi.
Sait Faik, 1928'de liseden mezun olduktan sonra yazı çalışmalarına devam etti.Bu arada İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu ama buradaki ortama bir türlü ısınamadı.İkinci sınıfta okuldan ayrıldı.
Üniversite öğrenciliği sırasında Suriçi'ndeki kahvehanelerde vakit geçirdi ve Beyoğlu'nu keşfetti.Hem kenar mahallerdeki kıraathaneler hem de Beyoğlu, yaşamı boyunca vazgeçemediği mekanlar oldu.Şehrin ücra semtlerindeki fakir insanların nüktedanlığına, Beyoğlu'nun hareketliliğine hayrandı. 
İnsan sevgisi temalı ilk öykülerini 1929-1930 yıllarında Hür ve Milliyet gazetelerinde yayınladı.Gittikçe kıvraklaşacak kalemiyle,büsbütün kendine has bir anlatımın sularına varamamıştı ama seçtiği konular, dile getirdiği insanlık durumlarıyla edebiyata yepyeni bir soluk getireceğini henüz 20'li yaşların başındayken hissettirmişti Sait Faik..
Sait Faik gerçek anlamda bir gözlem insanıdır denebilir.Güçlü bir düş gücü vardı ancak bu düş gücünü besleyen yoğun bir gözlem gücüde vardır.
Edebiyat Fakültesindeki eğitimini yarıda bıraktıktan sonra babasının isteği ile iktisat tahsil etmek için Lozan'a gitti.İsviçre'nin durağanlığından kısa sürede sıkılıp Fransa'nın Grenoble kentine geçti.Önce bir lisede yatılı olarak Fransızca eğitimi aldı sonra üç dönem Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne devam etti.
Memleket özlemi ağır basınca 1934 yılında İstanbul'a döndü.Şehre döner dönmez Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı.
Derslere geç kalması, sınıflarda disiplini sağlayamaması yüzünden bir süre sonra okuldan ayrılmak zorunda kaldı.
Bunun üzerine babası onun adına bir toptancı dükkanı açtı ama altı ay sonra ticarethaneyi babasına rafları boşalmış şekilde teslim etti.Bu işte de tutunamamıştı.
Hiçbir yere ait olmayan, sorumluluktan kaçan,kimselerin bilmediği mahallelerde,hiç tanımadığı insanların içinde dolaşmayı seven avare bir adamdı Sait Faik.
Hayatın içinde dolaşarak hikayeler damıtıyor ve sadece yazarak yaşamak istiyordu.Her koşulda ailesinin eksilmeyen desteği onu ayakta tutan yegane güçtü.
Uzun zamandır hikayelerini kitaplaştırmak istiyordu ve bunu da babasının maddi desteği ile gerçekleştirdi.Semaver'in ilk baskısı 1936 yılında yapıldı :
'' Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu.Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti.Çöküş, o çöküş...''
 Tümüyle gördüğünü, yaşadığını, yaşanabilir olanı, herkesin başına gelebilir olanı birdenbire anlatmaya başlayınca ortaya bizim edebiyatımızda öyküde bir kırılma çıkmıştır. Birden öykünün kulvarı değişmiştir.
O hegomonik gücün bir şey öğreten, sürekli doğrunun şu olduğunu alttan alta metnin içine dikte eden öykü yapısı ortadan kayboluyor.
Anlı şeyler öykünün bir parçası haline geliyordu..
İlk kitabı Semaver'de çocukluğunda gözlemlediği insanlardan, Adapazarı ve çevresinde yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı hikayelelerle, Fransa izlenimlerinden süzerek öyküleştirdiği çalışmalar vardı.Kitabının beklediği ilgiyi görmemesinden muzdarip olsa da yazmayı sürdürdü.
1938 yılında babası Burgaz adada bir köşk satın aldı.Sait Faik, yaz aylarını bu adada geçirmeye başladı..Burgaz'a taşındıktan bir müddet sonra Ekim 1938'de babası Mehmet Faik Bey vefat etti.



 Hayatının geri kalan kısmında annesi Makbule Hanım ile can yoldaşlığı yaptı Sait Faik..
Zaman zaman İstanbul'a kaçsa, Beyoğlu'nun, Bomonti'nin, Zeyrek'in sokaklarında kaybolsa da Burgaz ada ve annesi her koşulda güven duyduğu sığınakları oldu.
Adadaki Rum balıkçılarla sohbet etmek, bir tekneye binerek denize açılmak ya da komşu adalarda balık avlamak onu hayata bağlayan güzelliklerdi.




  Burgaz'ın hayatına getirdiği hareketlilik eserlerine de yansıdı.
1939'da ikinci öykü kitabı Sarnıç'ı, 1940'daki üçüncü kitabı Şahmerdan'ı yayınladı.Fakir halkın, sıradan insanların sıkıntılarını eserlerine taşısa da hiçbir zaman politik bir hareketin içinde yer almadığı halde Sait Faik de dönemindeki bir çok yazar gibi tek parti yönetiminin baskılarından kurtulamadı.Şahmerdan kitabındaki ''Çelme'' öyküsüyle halkı askerlikten soğuttuğu suçlamasıyla hakkında dava açıldı. 10 Eylül 1940'da Ankara'da görülen mahkemede beraat etti.
Yine 1940 yılında ilk romanı ''Medarı Maişet Motoru'', Varlık dergisinde 19 bölüm halinde yayınlandı.Romanı kitap haline getirmek istese de yayınevleri kitabı basmaya yanaşmadı.Annesinin maddi desteği ile roman 1943 yılında basıldı. Ve piyasaya çıktıktan birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı.Kitap ancak 1952 yılında adı ''Bir Takım İnsanlar'' olarak değiştirildikten sonra yayınlanabildi.
Eserlerinin sürekli takibe uğramasının getirdiği kırgınlıkla yazmaktan uzak durduğu bir dönem yaşadı.Sığınağı, her zamanki gibi Beyoğlu ve Burgaz ada oldu.
Mizacı kendini bir yere, bir topluluğa ait hissetmeye, insanlarla sınırları çizilmiş ilişkiler kurmaya yatkın değildi.Sıcak, samimi, hoş sohbet biriydi ama bağlanmak ona göre değildi.
Edebiyat çevresinde onlarca insanla arkadaşlıklar kurdu ama hiç biri ömre yayılan köklü dostluklar olmadı.Salah Birsel,Tarık Buğra,Abidin Dino,Atilla İlhan,Bedri Rahmi Eyüboğlu,Adalet Cimcoz,Mücap Ofluoğlu gibi isimler Sait Faik'in birlikte olmaktan keyif aldığı,öykülerini,şiirlerini paylaştığı insanlar oldular.


 Arkadaşları arasında hoş sohbeti ile bilinen Sait Faik, sosyal ortamlardan çabuk sıkılan, kalabalıklardan haz etmeyen mahcup karakterli bir yazardı.
İstanbul'daki entellektüellerin ve yazar profilinin çok dışında bir adam oluşu, ciddi ve büyük toplantılara katılmayışı, kendine ait ve kendine yakıştırdığı bir kılıkla her yerde rahatlıkla dolaşması ve birden bire ortalıktan kaybolması, bu akşam masada otururken birden son vapurla adaya çekip gitmesi ve sonra günlerce gelmemesi etrafta çok merak uyandıran bir karaktere dönüştürmüş Sait Faiği..
Dönem şiir matinelerinin revaçta olduğu dönemdi; bazen bu matinelerde tiyatro oyuncuları matineye davetli olan Sait Faik'in öykülerini tek kişilik oyun olarak sunarlar,matineye davetli olan Sait Faik alkışlar karşısında mahcup olur ve ilk fırsatta o ortamı terk ederdi..

İnsanları çok sağlam ve sağlıklı bir biçimde gözlemlemeyi bilen, insanlara her anlamda iyimser bakmayı bilen bir yazardır Sait Faik.
Bir kere her şeyden önce halk adamıdır.Ve halk adamı olmaktan hiç bir zaman çıkmamıştır.



Sait Faik'in aslında öykücülüğümüzdeki önemi iki açıdan vardır :
Birincisi; gerçekten insanı anlatması, o zamanın deyimiyle küçük insanı, kenar mahallelerde kalan ya da kimsenin dikkatini çekmeyen önemli demediğimiz insanları anlatması..
İkincisi de; çok ilgi çekicidir: deniz insanlarını anlatması..
Sait Faik öykücülüğü daha önce bir benzeri olmayan yepyeni bir soluktu Türk Edebiyatı için. Kişiliğiyle tam uyum içinde, klasik kalıpların dışında yepyeni bir anlatı dili yakalamıştı Sait Faik.
Ve bu yeni dilin içine sokaktaki hayatı kendi saflığı ile yerleştirmeyi bilmişti.
   Öyle insanlar vardı ki; her akşam bir Sait Faik hikayesi okumadan uyumazlardı.
Ne vardı bu hikayelerde ?
Sanki hiç...
Ne uzun bir konu, ve insanı ürperten facialar, ne muhteşem güzellikler...
Onun insana verdiği önem..Herşey insanla başlar sözü...
   Kalıpları yıkan bir öykü yazarı olmanın ötesinde Sait Faik hikayeleri kadar başarılı bulunmasa da Edebiyat dergilerinde şiirlerde yayınladı. 
O, yayınladığı şiirlerin beklediği ilgiyi görmemesini alaycı bir üslupla değerlendirdi;
'' Hikayelerimde şiir kokusu var diyorsunuz.Bir-iki tane de şiir yazdım.İçinde hikaye kokuları var dediler.Demekki ben ne hikayeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey.. Ne yapalım. Beni de böyle kabul edin'' 
   Öykü ve şiirin yanı sıra yayınladığı iki roman, ölümünden sonra evrakları arasında bulunan iki tiyatro oyunu taslağı ve Andre Gide, Liam O'Flaherty ve Georges Simenon gibi yazarlardan yaptığı çevirilerle edebiyatın her alanında ürünler veren bir yazar oldu Sait Faik..
Bir yandan çeviri yapabilecek kadar çok Fransızca biliyordu.Ama bunu insanlara belli etmemesi.. Öte taraftan yazdıklarından,kendinden geriye kalanlardan anlaşıldığı üzere çok iyi bir Edebiyat bilgisine sahip.
Edebiyat alanında çevresindeki tüm yazarları 3'e, 4'e katlayan bir birikimi olan ancak bunu hiç göstermeyen bir adam..
   Etrafında kendisinin dışında bir gizem yaratmış ve o gizin aralanmaya çalışıldığı bir kişilik...
   Yazar 1948 yılında dördüncü öykü kitabı ''Lüzumsuz Adam'ı'' yayınladı.
Aynı yıl sağlık sorunları yaşamaya başladı.Şikayetlerinin artması üzerine Doktor arkadaşı Fikret Ürgüp tarafından muayene edildi.Karaciğerinde büyüme vardı. Siroza yakalanmıştı.İçkiden uzaklaşması ve sıkı bir perhiz uygulaması gerekiyordu.Elinden geldiğince doktorunun tavsiyelerine uydu.Durumunda bir düzelme olmayınca 1951'de Paris'e gitti.Paris'te hekimler ciğerinden parça alınması gerektiğini söyleyince ameliyattan sağ çıkmama korkusuyla tedaviden vazgeçti. Ve İstanbul'a döndü.
   Sait Faik hastalığı sırasında yazarlık serüveninin en üretken dönemini yaşadı.
1951-1952 yılları içinde peş peşe; Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı ve Son Kuşlar kitaplarını yayınladı.
   1953 yılında ABD' de bulunan Mark Twain derneği çağdaş edebiyata katkılarından dolayı Sait Faiğe onur üyeliği verdi.
Ödül Sait Faik'den önce tek Türk olarak Atatürk'e verilmişti.İkinci Türk olarak bu ödüle Sait Faik layık görülmüştü.Ve günümüze kadar başka bir Türk bu ödülü alamamıştır...
   Yazar aynı yıl şiirlerini ''Şimdi Sevişme Vakti'' adıyla kitaplaştırdı.
Bir yıl sonra eleştirmenlerce sürrealist bir çalışma olarak nitelenen, önceki eserlerinden ayrı gibi görünse de aslında onun bütün öykü serüvenini özetleyen imge ve çağrışımlarla bezeli ''Alemdağ'da Var Bir Yılan'' kitabını çıkardı.
Kitaptaki bir çok öyküde kendini gösteren ''Panco'' karakteri İstanbul'un karanlık sokaklarında anlatıcılara yoldaşlık eden bir gizli kahramandı.Ve bir bakıma kendi içine hapsettiği adamın hikayelere sinen gölgesiydi..
Yaratıcı zihni, burada çok esnek ve heyecanlı şeyler yaratıyor.

 Mal varlığını ve eserlerinden elde edilecek gelirin Darüşşafaka Cemiyeti'ne bağışlanmasını annesi Makbule Hanım'a vasiyet eden Sait Faik'in sağlık durumu 1954 yılının Mayıs ayı başlarından itibaren ağırlaştı.
Tedavi için bir kez daha Paris'e gitme girişiminde bulunsa da bunu gerçekleştiremedi.Dudakları büsbütün incelmiş, benzi sararmış, ayakta duracak hali kalmamış olsa da kalemini elinden hiç bırakmadı.
Yazma tutkusu, kelimelerin dünyasında yaşama isteği ömrünün son demlerinde de ona mutluluk veren yegane uğraştı.
Kendisine yazar demekten çekinen muharrir ya da gerekiyorsa yazıcı diyen ama yazarlığı üstlenmeyen ve çok kolay olarak bir şey üstlenebilen bir adam değildir.Bir sıfattan hep ürkmüştür.
Gazetecide olamıyor aslında.''Gazeteye yazı yazıyorum'' diyor. 
  '' Yazı yazmakta bir hırstan başka neydi?.Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim.Hırs, hiddet neme gerekti?.Yapamadım..
Koştum tütüncüye,kalem,kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım.Kalemi yonttum.Yonttuktan sonra tuttum  öptüm.
Yazmasam deli olacaktım..'' 
   Sait Faik, 5 Mayıs 1954 akşamı fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.Doktorların bütün çabalarına rağmen durumu büsbütün ağırlaştı. 11 Mayıs 1954 gününün ilk saatlerinde henüz 48 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
   Kimseye aldırmadan,hiçbir kalıba sığmadan sadece kendi gibi yaşadı ve yazdı.Samimi tavrı,benzersiz üslubu ilk günkü tadıyla gelecek kuşaklara miras kaldı. 

    



Hiç yorum yok :

Yorum Gönder