İSHAK PAŞA SARAYI - AĞRI DAĞI EFSANESİ ( DOĞUBEYAZIT / AĞRI )
'' Ağrı Dağı'nın yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl var, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğünde. Çok derinlerde. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrili. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir...
Gülbahar, Ahmed'i Küp Gölü'nde yitirdi. O gün bu gündür, Küp Gölü'nün oralardan geçenler, gölün kıyısında oturmuş, kara, ışık gibi akan uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar'ı görürler. Arada sırada Ahmet, gölün sularında Gülbahar'ın gözüne gözükür. Gülbahar kollarını açıp Ahmed'e yürür ve '' Ahmet, Ahmet ! '' diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır.
Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir, küçük ak bir kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır ve sonra da bir atın kapkara gölgesi suyun üstünden gelir geçer. ''
Ağrı Dağı Efsanesi kitabında böyle anlatır Yaşar Kemal, birbirine kavuşamayan Gülbahar ile Ahmed'in İshak Paşa Sarayı'nda geçen destansı aşkını..
Türkiye'nin Turizm tanıtım afişlerinde yıllardır en çok gördüğüm görüntülerden biri de İshak Paşa Sarayı'nın görüntüsüdür. Türk Mimari tarihinin en güzel eserlerinden İshak Paşa Sarayı, Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesine 8 km mesafede bulunuyor.İshak Paşa Sarayı'nın yapımına 1685 yılında başlanmış ve 1784 yılında tamamlanmış ve 99 yılda inşa edilmiş. Saray yerli ve yabancı turistler tarafından yoğun ilgi görüyor.
Ovaya hakim dik bir tepe üzerinde bir masal dünyasından fırlamışcasına, tüm görkemiyle görenleri kendine hayran bırakan İshak Paşa Sarayı, içine girdiğim andan itibaren büyüleyici atmosferi ile ve efsaneleri ile bütün ruhumu sarıp sarmaladı.
Saray kitabesinden anlaşıldığı üzere 1784 yılında Çıldıroğulları'ndan II. İshak Paşa döneminde yaptırılmış. Osmanlı Mimarisinin Anadolu'da günümüze ulaşabilen tek saray yapısı olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda Lale devrinde iken yapılan son en büyük yapı. İshak Paşa Sarayı çevre ülkelere Osmanlı Devleti'nin gücünü ve ihtişamını göstermek amacıyla yapılmış ve tam anlamıyla Türk Saray geleneği izlerine rastlanıyor.
Attığım her adımda tarih, baktığım her bir köşesinde sanat, incelediğim her bir motifte Türk - İslam kültürüyle yoğrulmuş Selçuklu sanatının geleneksel örnekleri karşısında hayran kalıyor ve büyüleniyorum.
Saray, eski kasabanın merkezinde, üç tarafı tamamen sarp, dik meyilli bir tepe üzerinde 7600 m2 bir düzlem üzerine kurulmuş. Anıtsal ana kapıdan, doğu tarafından saraya girdik. Hemen ana girişin sağındaki çeşme dikkatimi çekti.
Bölge halkı arasında '' Süt Çeşmesi '' olarak anılan ve daha önceleri bir musluğundan süt, diğer musluğundan su aktığı söylenen çeşme, Osmanlı çeşme mimarisinde '' cephe çeşmeleri '' gurubuna giriyor. Günümüzde hala işlevini sürdürüyor ve yüksek yaylalardan toprak künklerle buz gibi suyu saraya taşıyan çeşmenin muslukları orijinal değil. İki nişin arasında çevresi kıvrık dal ve yapraklardan oluşan bitkisel motiflerle süslenmiş yazısız Barok üsluplu bir aynalık taşı var. Bu kompozisyonun üst kısmında da su ile gül arasındaki aşkı sembolize eden bir damla motifin içinde kıvrık dal ve yapraklarla birlikte işlenmiş bir gül motifi dikkat çekiyor. Muslukların önünde bir derin mermer yalak, yalağın iki yanına da su içerken insanların oturması ve dinlenmesine uygun iki adet seki taşı yerleştirilmiş.
Sarayın 116 odası var. Saray öylesine büyük ki, içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın, mutfak, ahırları ve hamamıyla sanki küçük bir şehir gibi.. Topkapı Sarayına benzetenlerde var. Konumu, görkemli mimarisi, anıtsal tak kapıları, taşa hayat veren motifleriyle tam bir sanat abidesi. İshak Paşa Sarayı, Avrupa'daki şato tipi yapıların ülkemizde rastlanmayan en iyi örneği. Bu görkemli yapının mimarı bilinmiyor, onun için halk, sarayın yapımı ve tarihi hakkında bir çok efsane anlatıyor.
İshak Paşa Sarayı'nın özel hamamı geleneksel Türk hamam mimarisine uygun olarak planlanmış. Sarayın mutfak bölümünden harem koridoruna doğru uzanan geçidin sağ tarafında bulunan hamamın, soyunmalık ve yıkanma yerlerine ayrı ayrı giriliyor. Plan olarak ardarda sıralanan sekizgen planlı soyunmalık, kare planlı yıkanma yeri ve yıkanma kısmının arkasında yer alan külhan kısmından meydana geliyor.
Soyunmalık kısmının iç mimarisinde köşelerde yarım yuvarlık silme şeklinde sütunlar ve her duvar yüzeyine yerleştirilen nişler bulunuyor. Nişlerin içerisinde yıkanma kurnalarının olduğu anlaşılıyor.
İkinci avlunun en önemli yapı grubu olan ve içinde devlet işlerinin yürütüldüğü selamlık (mabeyn) bölümüne, cephenin biraz sağına kaydırılarak ve duvar içine yerleştirilmiş mukarnas kavsaralı bir taç kapı'dan giriliyor.
Ana hatları ile Selçuklu taç kapılarını hatırlatan taç kapının etrafı kalın bir silmenin meydana getirdiği bir sivri kemer ile belirlenmiş.
Sarayın en önemli bölümlerinden biri olan Selamlık bölümü dikdörtgen planlı bir divan (mabeyn) salonu ve odalardan meydana geliyor.
Önemli kişilerin ve yabancı konukların kabul edildiği, ayrıca resmi işlerin yürütülüp karara bağlandığı divan (mabeyn) salonu ikinci avlu taç kapısının yanındaki köşk odaya geniş bir kemerle açılıyor.Divan (mabeyn) salonunun güney cephesindeki pencereler sivri kemerlerle çerçevelenmiş, pencere çerçevelerinde yüksek kabartma örgülü bitki motifleri ile sekizgen ve yıldız biçiminde geometrik dekorasyonlar bulunuyor.Divan salonunun kuzeyinde gelen misafirler için kullanıldığı tahmin edilen dikdörtgen planlı odaların kuzey duvarlarının ortasında birer ocak, iki yanda kuzeydeki vadiye açılan birer pencereleri bulunuyor.İshak Paşa Sarayı'nın her karesinde Selçuklu sanatının karakteristik özellikleri yer alıyor. Ancak uzmanlar, Barok - Rokoko gibi dönemin Batı etkisinin yanı sıra İran etkileriyle de yoğrularak değişik ve etkileyici bir karakter ortaya çıktığını, farklı medeniyetlere ait izleri olsa da saraydaki motiflere ve kompozisyonlara bakıldığında geleneksel Selçuklu sanatının ağır bastığını belirtiyorlar.Saray bir saray değil, tüm görkemiyle canlı bir tarih, her tarafı sır dolu bir efsane. Onu anlamak için yakından görmek, gezmek gerek..
Kuzey cephesindeki muhteşem manzaraya bakan bugün üzeri yıkılmış odanın cumbasını taşıyan ahşap konsollarla insan, aslan, ve kartal formu verilerek sembolik bir kompozisyon yaratılmış.
Bu figürlerden insanın sarayın banisi İshak Paşa'yı, aslanın güçlülüğü, kuvvetliliği, kartalın ise en üste yerleştirilerek yüceliğin ve egemenliğin sembolü olarak kullanıldığı görülüyor.
Sarayın dikkat çekici özelliklerinden biri de saraydaki ısıtma yöntemi. Ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler aracılıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla bir çeşit kalorifer sistemi oluşturularak iç mekanların ısıtılması sağlanmış.
Heybetli Ağrı Dağı'nın, buğulu bakan gözü hep üzerinde gibi sarayın..
Sarayın Cami dışındaki bölümlerinin çoğu yıkılmış, harap olmuş, tavanları sökülmüş. Cami, Saray kompleksinin en sağlam kalan yeri.
Muhtemelen Cami, dini korkuyla tahrip edilmemiş. Tek kubbeli Cami, iki ayrı renk taşla örtülmüş minaresiyle saraya ilginç bir görünüm kazandırıyor.
Sarayın kuruluşuna da yön vermiş bir yapı olarak dikkati çeken Cami, kare planlı bir harim bölümüne sahip ve kuzey yönünde son cemaat yeri (medrese), kuzeybatı köşesinde de yüksek kaideli iki renkli taş işçiliğine sahip minaresi yer alıyor.
Harim kısmında, son cemaat yerinin üzerinde üç sütun ve beş kemer üzerine oturtulmuş mahfil kısmı bulunuyor.Kubbe içindeki kalem işi ve duvarlarda yer alan taş süslemelerde genel olarak klasik Türk süsleme motifleri ile birlikte Osmanlı sanatının Lale Devri yapılarındaki Barok - Rokoko etkileri ağır basıyor.
Saray gezisinde hoş bir süpriz ile karşılaşıyorum. '' İtalyan Ressamlar İshak Paşa Sarayı'n da (Hikmet Eraslan Kolleksiyonu) '' Sarayın geniş bir salonunda önüme çıkıyor. Böyle etkinliklerin böylesine muhteşem bir yerde düzenleniyor olması sevindirici..Fonda klasik müzik eşliğinde geziyoruz.
İshak Paşa Sarayı'nda son olarak mutfak bölümündeyiz.Dikdörtgen planlı mutfak karşılıklı duvarlardan atılan ikişer kemerle desteklenen dokuz bölmeli bir üst yapıya sahip. Orta kısmında ve kemerler arasında kalan kare boşluğa havalandırma menfezi yerleştirilmiş.
Mutfağın içinde dışa bakan iki penceresi arasında bir kazan ocağı ile onun bitişiğinde duvarda bulunan çeşmesi bulunuyor.
Sarayın avlularında önemli bir şey dikkatimi çekiyor. Osmanlı eserlerinde simetri ön planda iken burada simetrik olmayan bir biçim kullanılmış. İyice bakıldığında bunun nedeni anlaşılıyor, avluların bu biçimde tasarlanmasının nedeni, işlevselliği dikkate alınarak, ihtiyaca göre genişletilebilen bir özelliğin olması.
İshak Paşa Sarayı'nın hemen altında, Doğubayazıt Kaymakamlığı tarafından yapımı tamamlanan Ahmed-i Hani Kent Müzesi ve Eski Bayezid Evi dikkatimizi çekti. İshak Paşa Sarayı gezisinden sonra dönüşte Ağrı Dağı, Beyazıt Camisi, Urartu Kalesi ve İlçeyi gören bir noktada inşa edilen bu müzeye girdik. Bu iki müze ile 3 bin yıllık geçmişi ile yöre turizmine katkı sağlanması amaçlanmış.
Müzeyle; İshak Paşa Sarayı Camisi'nde din dersi veren ve 17. yüzyılda yaşamış, Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle '' Mem-u Zin '', '' Nubihara Biçukan '' gibi eserleri yazan şair, filozof, tarihçi ve mutasavvıf Ahmed-i Hani'nin yaşantısının bugüne aktarılması hedeflenmiş.
Üç bölümden oluşan müzenin ''Küçüklerin İlkbaharı '' anlamına gelen '' Nubihara Biçukan '' adlı kısmında, İslam aliminden eğitim gören öğrenciler heykellerle canlandırılmış.
'' İmanın Esasları '' adıyla düzenlenen ikinci bölümde ise Ahmed-i Hani'ye ait eserler, objeler ve tanıtım bilgileri yer alıyor.
'' Mem-u Zin '' adlı diğer kısımda da '' Mem'in Zin'e kavuşması için Mir tarafından şart koşulan satranç oyunu sahnesi '' heykellerle ortaya konmuş.. Uzaklara yapılan gezilerin güzel tarafı her defasında başka başka süprizlerle karşılaşmak, yaşamlara ve farklılıklara tanık olmak olsa gerek...
Kerpiçten yapılan iki katlı Eski Bayezid Evinde ise eski gelenekler ve kültürel birikimler yeniden hayat bulmuş.
Eski Bayezid Evi'nde, yöresel kıyafetler ve yemekler, tandır yapımı, kına gecesi merasimi ve dengbej divanının tanıtıldığı bölümlerin yanısıra köylerde eskiden günlük yaşamda kullanılan eski eşyalarda yer alıyor.
Bu iki müzede gördüklerim ve öğrendiklerim, Doğubayazıt ve Ağrı yöresini daha iyi tanımaya ve anlamama neden oldu..
Doğubayazıt, yüzyıllar boyunca tarihi öneme sahip ulaşım ve ticaret geçiş yolları üzerinde bulunmuş. Bölgeden geçen transit yollar Avrupa'yı Asya'ya bağlayan önemli bir kavşak noktası.. Ortaçağ'ın başlarında, Karadeniz kıyısında bulunan limanlardan Asya'ya ticaret yapan Cenevizli tüccarlar, Doğubayazıt'tan geçen transit yolu kullanmışlar. Erzurum - Bayazid - Tebriz yolu, geçmişte ticaret yolları içerisinde bölgenin en işlek olanı olmuş.
Ağrı Dağı Bölgesi; aralarında, Aladağ, Tendürek ve Sinek Yaylası'nın da bulunduğu suyu ve otu bol olan ünlü yaylalara sahip. Geç Tunç çağından itibaren bölge ekonomisi ve kültürü hayvan besiciliği yapan yarı göçebe topluluklar tarafından şekillendirilmiş. Devam eden dönemlerde kırsal kesimde yaşayan insanların büyük kısmı, yaylacılık geleneğini başarılı bir şekilde sürdürmüşler. Köyden Kente göçün başlaması ile 1970'li yıllardan sonra bu gelenek giderek kaybolmuş.
1942 yılı Doğubayazıt' ından bir görüntü...
Müzede '' Dengbej Kültürü '' ile tanıştım..
'' Ellerini koy sözün yüreğinin üstüne. Hissettin mi o sıcaklığı, yakıyor değil mi ellerini ? Neden ? '' diye sordum bilenlere. Sözün yüreği neden bu kadar sıcak ? Dediler ki '' Sensin izini sür '' . Dediler ki '' Sorma bize, dengbejlere sor, onlar anlatsın. Ya dengbejlerin dili yara bağlamışsa ? Kim anlatır tarihin yaşadıklarını ? '' (Anonim)
Dengbejlik geleneği, Türkiye'de Doğu kültürünün en eski sözlü edebiyatı. Dengbejlik, ilk olarak Ağrı ve diğer Doğu Anadolu illerinde ortaya çıkmış. Yöre halkının yaşam biçimini, gelenek, göreneklerini anlatıyor.
Dengbejler, klam (türkü) olarak adlandırılan eserleri, çıplak sesle seslendirirler. Bu eserleri dengbej, kendine has bir söyleyiş tarzı ile, kendisi üretir. Bir dengbejin en önemli özelliği öncelikle gördüğü her şeyi anında klam haline getirmesidir.
Dengbej; göç, aşk, sevinç, hasret, savaş, barış, ölüm, yas gibi gördüğü, yaşadığı veya tanık olduğu toplumsal olayları klam haline getirir. Bu nedenle toplumun yapısına ve coğrafyaya özgü üretilen her klam birer tarihi belge niteliği taşıyor.
Yöre, oyun kültürü ve çeşitliliği ile de ön plana çıkıyor.
Köy düğünlerinde en fazla oynanan oyun olan '' Ağrı Sallaması '', Basso (Besra), Laççi, Zeyno, Çep, Koffi, Sarma, Hessıke, Çimen-i Çiçek, Meyriko (kadınların oynadığı bir oyun), Çoban Eli, Ömer Ağa gibi yöresel oyunların varlığını öğrendim, bilgi aldım.
Göçebe /Yarı Göçebe Hayatı ; bahar-yaz aylarının gelmesi ile birlikte insanların hayvanlarını da (besi hayvanları ve binek hayvanları) yanlarına alarak yaylalarda konakladığı, kışın hava koşullarının ağırlaşması ile birlikte ova köylerinde konakladıkları yaşam biçimi..
Yaşam alanları yaylak ve kışlak olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yaşam, kışın köylerde yapılan kerpiç evlerde yazın ise, yaylada kurulan kara çadırlarda sürüyor.
Yazın, hayvanların sütlerinden yapılan kışlık yağ, peynir, lor gibi besinler tulumlara doldurularak saklanır. Binek hayvanları, yayla ile ova köyleri arasında gerçekleşen bu sürekli seyahatin, değişmez birer parçasıdırlar.
'' Nisan ayının başında Doğubayazıt ve çevresinde İlkbahar kendini gösterir. Koyunlar, kuzular, atlar, eşekler, inekler yavrular. Yerler yeşerir. Nisan ayı kış ile ilkbaharın geçiş ayıdır. Kuzular emzirilirken yem sıkıntısı olduğu için köylüler, hayvanları ile birlikte, en yakın meraya çıkar, kıl çadırlarını kurar. Buralara '' Arkoz '' denir. Hayvanlar otlar, sütler sağılır, peynir, lor, yağ yapılır. Koyunlar koyun çobanları (şıvan), kuzuları kuzu çobanları (berivan), sığırları ise sığır çobanı (gavan) otlatır.
Mayıs ayının sonuna doğru kısır koyunların, togluların ve koçların yünleri kırkılır. Bu yünlerin bir kısmı halı-kilim ve çorap yapmak için ayrılır, kalanı satılır. Bu ara yünler yıkanır yatak-yorgan yapılır, çeyizler hazırlanır. Ayın sonuna doğru yayla telaşı başlar, çadırlar tamir edilir. Şehre gidilir, en az iki aylık ihtiyaçlar alınır.
Yaylaya ağırlıkların bir kısmı önden gönderilir. Buna '' firar '' denir. Zoma başı ve diğer komşular göç zamanını belirler. Bir gün önceden hayvanların gücüne ve huyuna göre denk yapılır, hangi hayvana hangi yüklerin yükleneceği belirlenir. Atlara yük yüklenmez, kadınların ve yaşlıların binmesi için hazırlanır. Sabah ezanı okunmadan yükler yüklenir, göç yola çıkar.
Yaylalara göç iki veya üç gün sürer. İnsanlar çok yorgundur. Kara çadırlar kurulur, kuzu barınakları örtülür, yaylaya yerleşilir. Köylerde çayır biçme zamanı gelince her evde erkeklerin tamamı ve kadınların bir kısmı ot biçmek için hazırlık yaparak köye gider.
Ağustos ayı sonu göç etme zamanıdır. Göç ederek daha alçak yaylalara inilir, bu defa büyükbaş hayvanların hepsi toplanır, köye götürülür. Artık harman zamanı başlamıştır. Ekinler harmanlara çekilir. Harmanla birlikte o yıl yayla hayatı bitmiştir. Ekmeklik buğdaylar temizlenir, kurutulur, değirmene gönderilir. Satılacak hayvanlar mal meydanına götürülüp satılır, kışlık patates, soğan, şeker, turşu malzemesi alınır. Kışlık otlaklar korunur. Kilim, halı hazırlıkları başlar; yün çoraplar ve eldivenler örülür, hayvanların barınakları kış için hazırlanır. ''
Müzenin penceresinden İshak Paşa Sarayı etkileyici görüntüsüyle yine kendini gösterdi..İshak Paşa Sarayı'nı gezerken, masal dünyasının saraylarını görmüş gibi hayal gücünüz harekete geçiyor, güzellikler karşısında efsanelerde anlatılanlar bir bir gözlerimizin önünde canlanıyor. Bu kartal yuvasını andıran ve çevresiyle uyumlu muazzam yapıya hayran kalmamak elde değil..
İshak Paşa Sarayı'nı arkamızda bırakıp Doğubayazıt Ovası'na inince sağ tarafımızda yanı başımızda gibi duran Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Dağları'na el sallamakla yetindim.. Benim gibi Dağların İnsanı için el sallayıp geçip gitmek zor bir durum.
Tendürek Dağı, Doğubayazıt ile Çaldıran arasında bulunan Volkanik bir dağ. Büyük Tendürek (3533 m) ve Küçük Tendürek (3291 m) adlı ikiz volkanik koniden oluşan, belirgin koni ve kratere sahip kuvaterner yaşlı, fazla koni ve kraterin bulunduğu bir dağ.
Küçük Tendürek'in zirvesinde 400 metre çapında bir krater gölü bulunuyor. Krater kenarından 1-2 m derinliğindeki çukurlardan çıkan 50 C sıcaklığında buhar çıkıyor. Büyük Tendürek'in 200 metre derinliğindeki kraterinde su bulunmuyor. Kraterinde buhar ve bazı gazlar çıkıyor, kükürt birikiyor.
Yapısında çoğunlukla bazaltlar bulunan Tendürek Dağı'nın kraterinden çıkan sıcak buhar, dağın volkanik faaliyetinin henüz tam olarak sona ermediğini gösteriyor.
Kraterin çevresinde fazla bitki örtüsü bulunmuyor. Dağ'ın kuzeydoğusunda Doğubayazıt Ovası, güneyinde Çaldıran Ovası yer alıyor. Doğusunda İran toprakları var. Dağın güneyindeki taşlık yamaçlarda dağ stepleri bulunuyor.
Karayolu geçidinin dahi 2700 metre rakımlarda olduğu Tendürek Dağı'nın eteklerindeki görüntüsü ve volkanik lavlardan oluşan uçsuz bucaksız görünen coğrafyası beni çok etkiledi. Aracımı park edip indim. bu farklı dünyada lav taşlarının oluşturduğu konilerin arasından 30 metre kadar ilerlemeye çalıştım Tendüreğe doğru.. Hava 2700 metrenin etkisiyle epey soğuk, ve ekipmansız ilerlemek tehlikeli. Gidebildiğim yerde durdum, lav taşı konisine oturdum ve Tendüreği izledim...
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder